- Kategori
- Güncel
Sol işkence etmeyecek miydi?

Bu provokatif bir soru değildir.
Sakin ve dümdüz bir sorudur.
Eğer 80’ darbesi askerler değil de sol devrimciler tarafından gerçekleştirilseydi, karşıtları veya düşman olarak görülenler işkenceden geçirilip, öldürülmeyecek miydi?
Bu soruyu aslında çoktandır sormak istiyordum.
Bunun cevabını vermek içinse darbe öncesi yıllara uzanmamız gerek.
Çocukluğum İsviçre’de geçti. Orada birçok farklı değer edindim, ama en ağır basanları dürüstlük ve vatandaşlık haklarına dair olanlardır. Türkiye’yi ise hep çok sevmişimdir. Daha önce de yazdığım gibi, ilk net olarak hatırladığım Türkiye tatillerinden birinde dayım bize devasa Chevrolet bir taksiyle Gümüşsuyu'ndan Kabataş'a tur attırdığında, o muhteşem manzarayı ağzım açık izlemiş ve İstanbul'a işte o gün âşık olmuş ve Türkiye'yi de o gün çok sevmiştim. Ömür boyu sürecek bir sevdayla tutulmuştum bu şehre ve ülkeye diyebilirim.
1975'te Türkiye'ye döndüğümüz ve benim liseye başladığım yıllarda ise bu aşkta biraz zorlandım diyebilirim. İsviçre'nin fazlasıyla sakin ve düzenli ortamından sonra bu ülkedeki sert siyasi kutuplaşmalar ve kanlı çatışmalar beni çok ürkütmüştü. Ayrıca aile içi politik tartışmalar da üzerine tuz biber ekiyordu. Kendi kabuğuma çekilmeyi ve bir nevi olup bitenlerle fazla ilgilenmemeyi tercih etmiştim.
Türkiye’nin bu yüzünü hiç sevmemiştim ve hala da sevmiyorum.
Lisede yabancı bir kolejde yatılı okuduğumdan, biraz daha “yalıtımlı” bir hayat yaşamıştım. Siyasi tartışma ve kavgaları dolaylı olarak takip ediyordum. Üniversiteye başlayınca ise doğal olarak siyasi kavgaların tam ortasına düştük hep birlikte. İlk dikkatimi çeken İstanbul’un dışından gelen ve günümüzde muhafazakâr olarak adlandırılan arkadaşların etrafını sürekli iki üç kişilik grupların sarmasıydı. Israrla bir şeyler telkin ediyorlardı. Bir arkadaşımızda tüm bu çabalara rağmen başarısız olduklarını görmek ise, beni değişik bir şeklide mutlu etmişti.
Sorun solculuk veya sağcılık değildi, sorun eğitim almaya gelen bir kişiye farklı dünya görüşünde olanların bunca baskı yapmayı kendilerinde hak görmeleriydi. İsviçre vatandaşı mantığıyla yetişmiş biri olarak, bu bana kişisel haklara tecavüz olarak geliyordu. Ayrıca konu ne olursa olsun, tek kişiye karşı topyekun baskı uygulamak bana hep antipatik ve adaletsiz gelmiştir. Bu konuda muhafazakâr ve laik kesimin de dosyası hayli kabarıktır. Sıkı bir özeleştiriyi gerekli kılmaktadır.
O sene ülkede inanılmaz yakıt sıkıntısı çekiliyordu. Benzin almak şöyle dursun, okul ve hastane gibi resmi kurumlar dahi ısıtılamıyordu. Derslere manto, eldiven ve kaşkollarla giriyorduk. Yine öyle soğuk bir günde uzak yoldan, düzensiz çalışan ve tıklım tıklım dolan bir otobüsle gelip proje dersine girmişken, birden bire kapı açıldı ve asık suratlı bir devrimci ders yapılmayacağı emrini verdi. Profesörümüz itiraz edecek oldu, ikna etmek istedi, ama başarılı olamadı. O an tüm sinirlerim tepeme çıktı, “Sen kim oluyorsun da benim ders hakkımı elimden alıyorsun!” diye sert bir şeklide çıkışmak istedim. Ancak içimden bir ses, bunun çok da akıllıca olmayacağını söyledi.
Bu tepkimin nedeni yine İsviçre’deki hak arama alışkanlığıydı: Nasıl tek bir kişi bütün bir sınıfa tahakküm edebilirdi ki? Neden herkes karşı çıkmak yerine, ona uyuyordu? Çünkü sınıftaki çoğunluğun bu durumdan hiçte hoşnut olmadığı belliydi. Herkes gece geç saatlere kadar projesini çizmiş ve aynı konforlu olmayan toplu ulaşımla okulun yolunu tutup gelmişti. Ancak boşu boşuna.
Yine aynı şekilde bir gün dersimiz aniden basıldı ve devrim adına yürüyüş yapma emri geldi. Sorulmadan ve amacını bile bilmediğim bir yürüyüşe zorlanmak, çok gücüme gitti. Aynen kukla muamelesi görüyorduk. Sol yumruğumuzu kaldırmak ve sloganları da tekrarlamak zorundaydık.
Ne mi oldu?
İlk fırsatta kolundan kavradığım kankamla beraber yol kenarında biriken kalabalığın arasına karıştık ve oradan uzaklaştık.
Tüm bunları şunun için yazıyorum:
Doğrularını bu kadar sorgusuz sualsiz empoze etmeye kalkan devrimci solcular ülkeye hâkim olsalardı, askerlerden daha mı farklı davranacaklardı karşıt ve düşman gördüklerine?
Birçok köşe yazısında dile getirilmiştir, eğer o eski devrimci abilerden biri emir verseydi, tek bir kişi bile hamburgercilere adım atamazdı diye. Bu çok mu övünülecek bir konu, yani bir kişinin bu kadar otoriter ve buyurgan olabilmesi? Hamburgercileri veya sağı tuttuğumdan değil, ama nerede çoğulcu özgürlükler, kişisel haklar?
Dindarlara hep sorulur, bize tek ideal bir Müslüman ülkesi gösterin diye. Peki, sosyalist veya komünist örnekler çok mu ideal? Kamboçya’daki Kızıl Kmer veya Stalinist rejimler çok mu hümanistti? Doğu Almanya’yı yakından bilirim. Utanç duvarını aşmak isteyen sayısız ölüyü, parti mensupları ve elit sporcular dışında çok zor şartlar altında ezilen halkı.
Rakı sofralarında romantik solculuk söylemleriyle, sabah 5:30’dan akşamın geç saatlerine kadar ağır işlerde çalışmayı ve tek bir tatil günü olan Pazar’ın da keyfi devrime katkı günü ilan edilmesini, bir de yaşayanlarından dinlemek gerek. Ben çok dinledim.
Yani solculuğun da son derede acımasız ve totaliter örnekleri ve yanları var.
Sosyal demokrasiyle yönetilen İskandinav ülkeleri derseniz, ilginçtir hepsinde sembolik de olsa monarşi devam ediyor. Yani devrimsel değil, yumuşak geçişi başarmışlardır. Teorik dogmatik söylemlerle değil, gerçekçi pratik uygulamalarla başarıya ulaşmışlardır. Ayrıca eğitimdeki yenilikçi adımlarla Avrupa’nın geri kalanına örnek olurken, kendileri de bizzat Amerika’daki gelişmeleri takip edip uygulamaktadırlar (bkz. Başörtüsü de bölünmedi mi?/Araştırmanın Büyüsü).
Yitirdiğimiz 32 genç canın ardından yakılan ağıtlara bakınca, yine aynı gerçeküstü güzellemeleri ve methiyeleri görüyorum. Yanlış anlaşılmasın, o gencecik hayat dolu yüzleri görünce benim de içim yanıyor. Hem bir anne hem de bu ülkenin insanı olarak. (Aynı şekilde gencecik asker ve subaylarımıza da.) Ancak aynı Furkanların katledilmesinin ardından olduğu gibi, kusursuz melekler imajı yaratılıyor. Oysa bu gençlerinin ölümü kendi içinde yeterince acı ve trajik, hiç o yüceltmelere ihtiyaç duyulmadan. Solcular ve muhafazakârlar bu gerçeküstü yüceltmelerde ilginç bir şekilde birleşiyor. Herkes kendi ölüsünü kutsuyor. O genç ölümlerde benim sorumluluğum var mıydı diye sorgulamıyor.
Dogma ve baskı konusunda solcular (veya laikler) hep dindarları eleştirir. Oysa kimin ardından nasıl yas tutulması veya sosyal medyada neyin paylaşıp paylaşılmaması gerektiği konusunda “ayar” verirken, aslında aynı dogmatik ve baskıcı tutumu kendileri sergiliyorlar. Karşı cevap verince de hemen küsüp gidiyorlar. Alınganlıkta sınır tanımıyorlar.
Oysa kendini her daim en hümanist ve en ilerici görmek yerine, biraz da baştaki soruma cevap aramak gerekir diye düşünüyorum.
Ama bundan da öte, iklim değişikliğiyle beraber en acımasızları olması beklenen su savaşları kapımıza dayanmak üzereyken, dünya ve siyasi görüşlerimize göre değil de, ortak çıkarlarımıza göre saf tutmamızın zamanı gelmiş de geçmiştir bile diye düşünüyorum.
Bu gemiyi ya birlikte kurtaracağız ya da birlikte batıracağız.
Hem de sağımıza solumuza bakmadan.
Zuhal Nakay