Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Kasım '13

 
Kategori
Öykü
 

Son Filozof

Son Filozof
 

Gazeteye gelen telefondan sonra bir süre sessiz kaldım. Telefon, akıl hastanesinden geliyordu. Telefondaki ses, hastanede bir filozofun varlığından bashetmiş, ancak orada çalıştığı için kendi adını söylemeden telefonu yüzüme kapatmıştı. Bu gizemli telefon üzerine bir merak içimi kemirmeye başladı. Bildiğim kadarıyla dünya üzerinde filozof kalmamıştı.  Eğer yaşadığımız çağda bir filozof varsa onu akıl hastanesinde mi aramak gerekiyordu? Belki de filozofları akıl hastanesine kapattığımız için soyları tükenmişti. Emin olmalıydım...

Yanıma fotoğraf makinemi, not defterini almayı neredeyse unutuyordum. İstanbul trafiğinde çelik solucanlar misali ağır ağır sürünerek ilerlediğimiz sıra yeterince düşünecek vaktim oldu. Mehmet, ne yaptığını biliyor musun, dedim içimden…

Akıl hastanesinde beklemediğim ilgiyle karşılandım. Girişte hiç zorluk çıkarmadılar. Gazeteci olduğumu öğrendiklerinde bin dereden su getireceklerini düşünmüştüm. Onlara fotoğraf çekmeyeceğime dair söz verdikten sonra hastane başhekimi refaketinde bahçeye çıktım. Etrafımda dolaşırken oldukça aklı başında oldukları izlenimi veren insanları görünce kendimi herhangi bir parkta dolaşıyor hissettim.

“Mehmet Bey, gördüğünüz gibi hastalarımız büyük gelişme gösterdiler. Özellikle beyefendinin verdiği derslere katılanlar,” dedi başhekim.

“Öyle mi? Hastaneye tedavi için getirilen bir filozof hastalara dersler mi veriyor?”

“Evet, onu büyük bir sessizlik içinde dinliyorlar, ne dediğini anlamıyor olabilirler, ancak ses tonu ve görünüşünde hastalar üzerinde çok büyük sakinleştirici etkisi olduğu bir gerçek.”

“Kendisini çok merak ettim.”

“Bahçede, güneşi dinliyor.”

Başhekimin bile bu adama karşı hayranlık duyduğu gözlerindeki parıltıdan ve sesindeki titremelerden anlaşılıyordu.

“Onu nerede buldunuz? Yani hastaneye nasıl geldi?”

“Bu gerçekten tuhaf bir durum, onu parkta insanlara vaaz verirken gören memurlar, kimliğini istediklerinde üzerinden hiçbir şey çıkmamış, böylece emniyete götürmüşler. Bir süre sohbet ediyorlar, ancak verdiği cevaplar sonucu bu işte bir terslik olduğunu düşünerek parmak izi alınıyor. Ancak bir sabıka kaydı çıkmıyor. Doğum belgesi yok. Sanki gökten düşmüş bir adam. Uzun sorgulamalardan sonra söylediklerinden bir şey anlayamadıkları için telefon trafiği yaşanıyor, bir ailesi olup olmadığını araştırılırken, aklını kaçırmış olma ihtimalini düşünerek hastanemize sevkediyorlar. Son birkaç ay boyunca onu ağırlamak bizim için büyük keyif…”

Doktor, burada konuşmasına son verip yanımdan uzaklaştı. Akşam güneşinde bir abide görkemiyle karşımda duran yaşlı adama baktım. Orta boylu, tıknaz görünüşe sahip bu ihtiyar adamın, pişmiş toprak rengine sahip yuvarlak yüzünde derin çatlaklar var. Altmışına merdiven dayamış olduğu izlenimi uyandıran uzun, gür sakalları çenesinden göğsüne düşüyor, kıvırcık ak saçları ensesinde son buluyor. Diğer hastalardan farklı olarak üzerinde beyaz bir entari var. Ellerini arkada birleştirmiş, gözleri kapalı bekliyor.

Bir kez öksürdükten sonra, “Merhaba,” dedim.

Gözleri çağlar boyu kapalı kalmış kapılar gibi titreyerek, çok yavaş bir şekilde günışığına açıldılar. Mavi gözlerini bir çift silah misali üzerime doğrulttuğunda, heyecanlandığımı söylemeliyim..

“Ne istiyorsunuz?” dedi yeraltından çıkan tarihi ses. 

“Gazeteciyim, sizinle röportaj yapmak istiyorum, eğer zamanınız varsa?”

“Zaman, genç dostum, hiçkimsede olmayan, stoklanmayan yegane şeydir. Siz de Tanrı’dan daha çok olmayan bir şeye tapan şu sıradan insanlardan mısınız?”

“Ee şey...”

“Önemli değil genç dostum, sizi dinliyorum,” dedi filozof, bu sözlerinde yapılmadan anlaşılan bir şaka izlenimi uyandıran tebessüm vardı.

“Öncelikle adınızı ve nerede doğduğunuzu öğrenmek istiyorum.”

“Bir adım yok.”

“Yok mu?”

“İnsan bir isme neden ihtiyaç duyar?”

“Birileri tarafından ayırt edilmek, farkedilmek için. İnsanlar size ne diye seslenecekler?

“Genç dostum, söylediklerini dinlemiyorsun sanırım. Ben senin bir isme neden ihtiyaç duyduğunu sordum. Sense arkadaşlarının ve diğer insanların ihtiyaçlarından bahsediyorsun.”

“Şey… Ben…”

“Kendine bir isim vermek, kendinin ne olduğunu bilmeyenlerin beyhude çabasıdır. Örneğin, doğada hiçbir şey yoktur ki insan ona bir isim vermemiş olsun. İsim, sahip olunan şeyleri korumak ve başkalarının onlar üzerinde hak iddia etmesini engellemek için insanlar tarafından uydurulmuştur. Bir köpeğe isim verilir, bir kuşa isim verilir, yatlara isim verilir, ülkelere isim verilir, halklara isimler verilir, kölelere verilir, şatolara verilir, yalılara verilir, şirketlere verilir ki diğer sahip olunulan şeylere karışmasınlar ve onlar üzerinde ismi veren kişi hak iddiasında bulunabilsin. Peki senin sahibin kim? Üzerinde kim hak iddia ediyor? Devlet, sana bir isim ve bir numara verir ki yerini bilsin, gerektiğinde seni bulsun ister. Böylece vergileri düzenli bir şekilde toplar, faturalarını ödeyip ödemediğini kontrol eder. Sen öldükten sonra ismini ve sana verilen numarayı buruşturur, imha eder, mezar taşında kararan bir yazıya ve unutulan bir anıya dönüşür güzel adın…”

Başıma ok saplanmış gibi hissediyordum. Ancak kısa sürede toparlandım.

“Nerede doğdunuz?”

“Efes.”

“Efes mi? Şu antik şehir?”

“Evet, oraya yakın bir köy.”

“Burada dersler verdiğinizi söylediler, ne tür konular anlatıyorsunuz?”

“Bugün konumuz, sanat ve Tanrı.”

“Anlamadım?”

“Anlamadığını çabuk kabulleniyor ve belli ediyorsun. Sana bir örnek vereyim genç adam, son yirmi yıldır sanat dediğimiz şeylerin hepsi birer zırvadan ibaret. Şiir, müzik, resim ve tiyatro başlı başına yüksek zevk adıyla yapılan işkenceye dönüşmüş durumda. O kadar aptallaştılar ki iyi ve kötü ayrımından ne kadar uzak olduklarını bilmiyorlar. Devletin işine geliyor, çünkü iyi ve kötü ayrımını yapamayan toplumları yönetmek daha kolaydır. Sanat, iyi ve kötü ayrımının başladığı yerdir. Tarihin başından beri sanat vardır, çünkü insanların iyi ve kötüyü anlamak için onu bir şeyle kıyaslaması, değerlendirmesi gerekiyordu. Tanrıdan insana verilen sanatın tek faydası budur. İyi ve kötünün ölçü birimidir sanat. Son yıllarda televizyon karşısında çürüyen bedenlerin yaydığı kokular seni rahatsız etmiyor mu? Öyle kötü kokuyor ki çok uzun süre aynı ortamda kaldığın için kokuyu yadırgamıyorsun, bir çöplüğün içinde yaşamaya alışmışlar. Kendilerini tedavi etmeye çalışıyorlar, okuyarak, eğitim alarak, dünyayı gezerek, ve bütün din öğretileri, hemen hepsi insanın bozuk kafasının tamiri içindir. Sanatı anlamaksa çok basittir, ancak onu oluşturmak zordur…”

Kısa bir sessizlik oldu. Bir grup kırlangıç üzerimizden kara bulut misali geçip gittikten sonra, filozof derin bir nefes aldı.

“Genç adam, bu aralar düşündüğüm ve merak ettiğim başka bir konu var, kulaklar.”

Anlamadım, demek istiyordu ancak soramadım, sessiz kaldım. Filozof, buna memnun görünerek, sakalları arasıdan yükselen tok sesiyle devam etti,

“Bir şeyi görmek istemediğim zaman, bakışlarımı kaçırıyorum ya da gözlerimi kapatıyorum, eğer koklamak istemediğim, tatmak istemediğim bir şey varsa nefesimi tutuyorum, böylece o kokudan ve tatlardan istediğim kadar uzak durabiliyorum. Dokunmak istemediğim şeylerden sakınıyor, onlara yaklaşmıyorum. Ancak ne yaparsam yapayım, kulaklarımı ellerimle örtsem, pamuk tıkasam bile sesler bir şekilde kafamın içine ulaşıyor. Ne yaparsak yapalım seslerden kaçamıyoruz. İnsandan uzak bir dağın zirvesinde bile sessizliği bulamıyorsun, rüzgarın ağaçlarda ve kayalarda çıkardığı ses bir şekilde sessizliğin üzerinde duruyor, dünyada sessizliğin olduğu bir yer yok, ya da şöyle söylemek gerekirse, sessizliğin olmadığı tek yer dünya… Bir sesi duymak istemediğinde kulaklarını tıkaman yetmiyor, ancak duymak istemediğin sesin yerine başka bir ses koyduğun zaman bunu başarıyorsun. İnsan, kendi isteğiyle işitme organını kısa süreli bile olsa kontrol edip onu açıp kapatamıyor, nefesini, gözlerini ve diğer duyu organlarında bunu yapabiliyor ancak işitmek, kalp ve diğer iç organlar gibi senin kotrolün dışına bırakılmış, işte genç adam, son günlerde bunu düşünüyorum, ilahi bir nedeni var mı, varsa bile o nedeni değil, nedeni ortaya koyan sonuçları merak ediyorum, bilmem anlatabildim mi?”

Bir şey söylemedim. Bir süre daha güneş karşısında sessiz kaldıktan sonra sorumu sormak istedim.

“Ya Tanrı? Sizce var mı?”

Filozofun, ilk defa güldüğünü duydum. Ya da bana öyle geldi. Bir kemiğin kütürdemesi gibi gülüyordu.

“Tanrı mı?” dedi ve derin bir nefes verdi filozof, “Sana bir korkudan bahsedeyim mi genç dostum, Tanrının aklındaki düşüncede var olma korkusundan, o düşünce içinde sonsuz sayıdaki evren, güneş, rengarenk galaksiler ve mavi gezegenlerin birinde yaşayan insanlardan biri olma korkusundan, ve tanrının, bu düşünceden kısa süre sonra vazgeçeceğini bilirken, düşüncenin son bulacağı, unutulacağı anı görmeye yetmeyecek kadar kısa ömürlü olması nedeniyle, insana kendini nedensiz yere iyi hissettiren bir korkudan bahsedeyim mi sana genç dostum?”

Burada, nefesim sıkıştığı için biraz beklemesi için elimle işaret ettim. Soluklandıktan sonra, “Siz tanrıya inanıyorsunuz. Ancak diğer filozoflar pek öyle düşünmüyorlardı.”

“Tarih boyunca tanrıyı inkar edenlerin başına gelenleri biliyor olmalısın, Hegel koleradan öldü, Nietzsche delirdi, Ardigo intihar etti, Lenin’e inme indi, Tanrı karşısında duran pek çok filozof, yazar, şair ve devlet adamlarının sonu kötü bitmiştir. Ayrıca sana şu kadarını söyleyeyim genç dostum, son elli yıl içindeki teknolojik gelişmeler, aklın sınırlarını aşmıştır. Artık insan dönüşü olmayan bir yoldadır. Burada kendi sonunu hazırlamak üzere yola çıkan bir varlıktan bahsediyorum. Bir süre sonra insanlar makineye dönüşecekler, iletişimleri ve hafızaları bu şekilde olacak, elleri ve bacakları silikon kaplı, asla yaşlanmayan bedenler içinde, değiştirilmiş organların asırlar boyunca çürümeden dayanan ve sonunda tamamen bu bedeninden kurtulacak olan insan ölümsüzlüğe ulaşacak. Ancak bunun doğal sonu olarak nesli çoğalmayacak. Çocuklar dünyaya gelmeyecekler. Aynı can sıkıcı tipler sonsuza kadar birbiriyle kavga edecek ve kendilerine katlanamayacaklar. Belki ölümler yine olacak, doğal nedenle değil tamamen cinayetten bahsediyorum. Dahası bir kıyamet olacaksa bunu sadece makineler görecek, Tanrının yarattığı Ademe hiç benzemeyen, senin benim gibi kanlı, canlı ve damarlı olmayan makine insandan bahsediyorum…”

Filozof, burada sözlerini yarım bıraktı. Kel bir adam yanımıza gelip sınıfın hazır olduğunu söyleyince, yüzüme bir kez daha baktı, “Eğer, tahammül edebilirsen sınıfımdakilerin aksine aklı başında olduğunu sanan birini dersimde görmeyi çok isterim,” dedi filozof. Ardından bir çam ağacı altında oturan on beş kadar beyaz pijama giymiş hastalara doğru yürümeye başladı.

Uzak köşede, doktorlar ve hastabakıcıların toplanmış olduğunu gördüm. Çok istemelerine rağmen görevlerinden dolayı katılamadıkları dersin başlamasını sabırsızlıkla eklediklerini gördüm.

Ağacın altına doğru yürüdüm ve derse geç kaldığı için öğretmeninden çekinen öğrenci misali hastaların arasında bulduğum ilk boş yere iliştim. Filozof, derse şu sözlerle başladı,

“Tanrı var, insan yok!” 

 
Toplam blog
: 57
: 122
Kayıt tarihi
: 25.04.12
 
 

İnsan ve hayvanı bir severim. Saygıdan hoşlanmam. Zımparalanmış köreltilmiş sevgiden de.. Kib..