Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Haziran '22

 
Kategori
Siyaset
 

Sosyo-politik Düzenimiz...

Siyaset kurumu içinde polemikler kızışınca ve seçime yönelik papatya falları dallanıp budaklanınca rasyonel akıl arazi oluyor!

Hemen hemen iktidar saflarında seçime yönelik belirlemeler ve değerlendirmeler tahmin edilebilirken...

Muhalefet tarafında bir “uyum” varmış gibi “aksettirilse” de, MİLLET İTTİFAKININ tabanında sanırım yine bildik homurdanmalar devam ediyor gibi.

Son günlerde, hem medyaya yansıyan hem de toplum içinde şaşkınlığa neden olan olaylar indinde hemen manipülatörler harekete geçtiler. Bu yaşananların iktidarın elini güçlendireceği felan dillendiriliyor. Papağan gibi aynı şeyleri ikrar etmekten başka hiçbir özellikleri olmayan köşemenler, Macaristan seçimlerinde olduğu gibi, Türkiye’de de faşizm yönelimlerinin artabileceği uyarılarını yapıyorlar.

****

İnsanlarda bir endişe hâli olabilir. Tedirginlik duyuyor olabilirler. Şunu da kabul edelim, 20 yıldır tek parti iktidarının altında yaşam sürmenin verdiği bir bezginlik de olabilir. Yalnız toplumsal bileşenlerin hassas noktalarından uyarılmaları, olmayan endişe temalarından “heyulalar” üretilmeleri... En başa döndük...

Korku duvarları örülüyormuş. Baskı ve şiddet artacakmış. İşin tuhaf tarafı, acaba gerçekten de “elle tutulur” kaç ciddi bir data var bu endişeyi pompalayan kesimlerin elinde? Nereden alıyorlar bu sızıntıları? Şu geçtiğimiz muhafazakâr partinin devr-i iktidarında, acaba kimler alkol aldığı için “fişlenmiştir”? Yine acaba elde sağlam bir veri var mı alkol tüketiminin yasaklanmasına dair? Türkiye’de “hayat tarzı” denince, hep nedense alkol tüketmek ya da “kamualanı” diye sabitlenen yerlerde “tam serbestlik” telakki ediliyor.

Türkiye’de hangi kesimlere baskı uygulandığı açık ve seçik ortada. Birkaç tane iktidar partisinin yönetimindeki mahallerde yaşanan menfi hadiselerden yola çıkarak, tüm Türkiye’yi içine alacak “proje tasarımlarında” bulunmak, bence bunun kendisi bizatihi bir projedir. Adam akıllı bir tespitte bulunmadan, Türkiye’nin faşizme kayacağını iddia etmek, yine Macaristan seçimlerinde sağcı parti ve lideri Orban’ın seçim zaferinden dem vurmak...

Bugün, mağdur rolünü oynamak için muhalefet tarafında kendilerine baskı uygulandığı ileri sürülüyor. Tamam, doğrudur, anaakım medya denen sermayesi güçlü basın kuruluşları, muhalefet tarafında bulunan siyasi partilere de liderlerine de “olması gerektiği” kadarıyla yer vermiyor olabilir. Ve buradan hareketle Türkiye’de “ifade özgürlüğü” yok demek, işte efendim insanlar fikir ve görüşlerini geniş kitlelere ulaştıramıyor demek, ne kadar yaşananlarla uyumludur?

Şunu kabul etmek durumundayız. Türkiye’de belki absürd bir durum ama iktidar ve muhalefet medyaları var. Zinhar buralarda şifa niyetine bir tane karşıt diyebilecekleri saflardan manipüle edilmemiş haber görmeniz ya da duymanız olası mıdır? Yahu Türkiye’de eğer bir baskı rejimi varsa, insanlar soluk dahi alıp veremiyorsa... Hatta artık gazetecilik bitme noktasına geldiyse... SÖZCÜ gazetesi olsun, CUMHURİYET gazetesi olsun, KORKUSUZ gazetesi olsun, KARAR gazetesi olsun; bu yayım organları konu mankeni mi? Hiç okumadınız mı bu mecralardan ağız dolusu hakaret içeren yazıları?

****

Hani diyorlar ya... Cumhurbaşkanı Erdoğan, ekranlardan tasvip etmediği durumlara veya şahsiyetlere hakaret ediyormuş. İlkeli gazetecilik yapması gereken basın kuruluşlarının mensupları da, köşelerinden en galiz küfürleri bu ülkenin “seçilmiş Cumhurbaşkanına” yöneltmediler mi? Zaten bu ülkeyi paylaşmak istemeyen işbirlikçi “yerleşiklerin”, en büyük korkuları devletten gelen “imtiyazlarının” kırılması idi. Bu kendilerini solcu diye takdim edenler, kendilerini ulusalcı diye takdim edenlerin en büyük açmazı da “hazımsızlık”!

Bu topraklarda bu ülkenin anayasada yazılmış asil bir bireyi olan köylü-taşralı kesimleri hep seçkin zümrelerin hedefinde oldu. Bu kitleler zaten “cahillerdi”. Hatta bilinçli olarak cahil bırakılmışlardı. Bu kesimlere mümkünse Ankara yolu kapatılmalı ve köylerinde çiftleri ve sabanlarıyla toprağı sürmeleri yeterliydi. Toplum üzerinde baskı varmış, yaşam tarzları iğdiş ediliyormuş, özgürlükleri ellerinden alınıyormuş... Muşmuş da muşmuş.

Bu ülkenin yabancılaştırılmış, ötekileştirilmiş kesimlerinin nasıl da sabırla iktidara geldikleri hep gözden ırak tutuldu. İstanbul sermayesinin, içerideki yerleşiklerle işbirliği içinde sahip oldukları medya organları aracılığıyla nasıl siyasi tertipler yaptıkları, tarihin tozlu sayfalarında olduğu gibi artık kitap sayfalarında da kayıtlı. Türkiye’de hürriyet denince, nedense hep akla Beyaz Türklerin yaşam tarzları geliyor. İçki içebilmek bir özgürlük iken ve hatta alkollü mekânlarda geç saatlere kadar eğlenmek en doğal insan hakkı iken... Ama iş muhafazakâr tavır ve tutumlara gelince tıkanıyor.

****

Şunu kabul edelim. Türkiye’de özgürlük denilince ve yaşam tarzları denince hep Beyaz Türklerin hassasiyetleri dikkate alındı. Bakın, değerli okuyucular, hâlen 28 Şubat 1997 post-modern muhtırasını ve 27 Mayıs ihtilalini yâd edenler olduğu gibi bu minvalde kalkışmaların özlemini duyanlar da yok değil. Dediğim gibi muhafazakâr değerlerle örülü bir yaşam sürdürmek isteyen öteki mahallenin kadınları başlarını örtünce, bunun adı ya “sıkmabaş” oluyor ya da “türban/tesettür” oluyor. Ve bu hanımlar, cumhuriyet rejiminin tehdit unsuru oluveriyorlar. Bu bağlamda, sağ-muhafazakâr partilerin 28 Şubat hareketinden sonraki genişlemelerini ve iktidarı kesintisiz sürdürmelerini sözde egemen seçkinlerin çok iyi irdelemiş olmaları gerekir.

28 Şubat hadisesi üzerinden kahramanlık anlatıları üretmek, efendim toplumun bir uçurumun tepesinden alındığını söylemek, bir de bunlara sol kesimin çok sevdiği “laiklik”, “özgürlük”, “demokrasi”, “Atatürkçülük” kelimelerini eklediğinizde, toplum 1000 yıllık bir projeye amade kılınmış oluveriyor. Şunu anlamak durumundayız: Evet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Anadolu topraklarında inşa edilen yeni bir devlettir. Laik, demokratik, sosyal hukuk devletidir. Ama öte yandan Türkiye’yi köksüz bir devlet şeklinde takdim etmek, sanki her şeyin 29 Ekim 1923’te başladığını iddia etmek, sadece tek parti iktidarının ve Milli Şef döneminin “resmi tez” ve “resmi tarih” savlarının onanması ve uslu vatandaş olmanın sağlanmasıdır.

Bugün, Türkiye’deki son 30-40 yıllık çalkantının sebebi, mukaddes değerlerin ya görmezden gelinmesi ya da din bezirgânları tarafından bu mukaddes değerlerin siyasete alet edilmesidir. Yine burada, mezhepçilik ve ırkçılık gibi bir milleti ve toplumu kin ve nifak ekseninde birbirinden ayrıştıracak ve yine birbirlerine düşman edecek emperyalist politikaları da göz önünde tutmak lâzım. Yukarıdaki satırlarda da ifade ettiğim gibi, ekonominin dalgalandığı ve hatta yere doğru çakıldığı dönemlerde sağcı-faşist ideolojilerin yükselen bir trend izlediği ileri sürülür.

Ne ki artık Türkiye’de geniş toplumları böyle ürküterek en doğal hakları olan yönetilmek istedikleri ideoloji veya siyasal hareketleri boğma dönemi, çok gerilerde kaldı. Şunu eşanlı olarak kabullendiğimiz vakit ülkemizde birçok sorunu aşarak, gerçekten de müreffeh bir ülke olma şansımız olasılık hesaplarına bırakılamayacak kadar yüksektir. Türkiye Devleti “cumhuriyettir” ama kadim geleneğini İslam Medeniyetinin bu topraklarda bıraktığı izlerden ve yaşanmışlıklardan almakta ve bölgemizde tek laik ama aynı anda çoğunluğu Müslüman yurttaşlardan terkip bir toplumdur.

 

 
Toplam blog
: 706
: 83
Kayıt tarihi
: 18.05.16
 
 

Ben, Uludağ Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü mezunuyum. Şuan için öze..