Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Ocak '08

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Söyle aşk, biz sana neler ettik?

Söyle aşk, biz sana neler ettik?
 

Aşk için yandık kavrulduk, kendimizi ateşlere attık, alevle aydınlandık, yüreğimizi yaktık, ağladık; üzüldük, hasret çektik, sessizce gelmesini bekledik; hemen köşeyi dönmesini ve onunla göz göze gelmeyi, umudumuz olsun istedik, sevdik, ama en çok da sevilelim istedik; elimizde üç dal çiçekle, sevdiğimize armağan verdik, karşılığında tek istediğimiz O’ydu, kıskandırdık, kıskandık; şiirler okuduk mum ışığında arkaşadaşımıza; “bak bunu O yazmış!” dedik, “Ah keşke bir mısra da benim için yazsa...” diye, içimize küçük de olsa bir kıvılcım attık; sonra da üzerine bir kova benzin döktük; uyuyamadık, rüya gördük, dahası rüyalarımıza girsin istedik, “ah bir kere de seni rüyalarımda görebilsem...” göremedik, O her zaman hayal bile edilemeyecek kadar uzaklardaydı, çoook uzaklarda; kiminle, kimlerle beraber; belki Ortaköy’deki çaybahçelerin birinde oturmuş, kahkahalarla gülüyordu, karşısındaki insanların anlattıklarına; uzun saçlarını parmaklarına dolamış, yuvarlıyor, yuvarlıyor; sonra serbest bırakıyor; sonra tam kalkacaklarken bir kahve söylüyorlar... Kahve fallarında her çizgiye onu yükledik, dinlediğimiz her şarkının O’na yazılmış olduğuna inandık, bütün şairler biliyordu sanki, Aşkımızı biliyorlardı, şair diyordu, sahi;

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var,

yaşadın mı yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi,

Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten,

Sen yorgun düşmelisin koklamaktan bir çiçeği...

Sanki Aşkı sadece biz biliyorduk; “en güzel ben yaşarım, ona verilebilecek değeri benim duygularım verir, Onlar, ne bilirler ki, Aşkı da O’na tutunmayı da, sevmeyi de...”

Biz her şeyi çok iyi biliyorduk... Aşk denilince bizim adımız geçmeliydi, sohbetlerde... İnsanların gözlerinde tek bir fotoğraf, resim, sahne olmalıydı; Sen bana sarılmışsın, sadece sarılmamışsın, bana doğru eğilmişsin, sadece eğilmiyorsun da; dünyanın en güzel gülüşü var yüzünü tamamen kaplamış, sen artık o gülüş olmuşsun, “evet evet! sevdiğim kadının gülüşüydü bu, ” beni seven kadının gülüşüydü bu, tek bir noktaya bakıyoruz, ileriye, daha ileriye bakıyoruz, baktığımız yerden yansıyor Aşkımız... Aşk yansıyan bir şey olmalıydı; ışık olmalıydı, alev olmalıdı; düştüğü yeri yakmalıydı; yanmalıydı yüreğimiz; bir daha unutulmamalıydı...

Ve yanıyordu yüreklerimiz... Kavuşma, yakınlarında, bir arada olabilme arzusuyla... Dokunabilme... Hatta, “Ah, ah! Yanağına küçük bir öpücük bırakabilir miyim?”

O yokken her yer cehennemdi; o varken de öyle...

Aşkın olduğu yerde bir türlü mutluluk olmuyordu; mutlu olunamıyordu. Aşkın tanımının içine giren o “anlaşılmazlık” bıraktığımız her boşluğu yavaş yavaş kuşatıyordu; dolduruyordu. Sonra öyle bir noktaya geliniyordu ki, yaşanan her şey aşkın diğer tarafındaki karanlık odaya giriveriyordu. Karanlıkta oynanan bir körebeye dönüşüyordu, üstelik her iki kişinin de gözleri bağlı... Sadece sesler duyuluyordu... Bağırış, çağırış; haykırmalar; uzaklaştıkça, kopup gittikçe...

Söyle aşk biz sana ettik?

Hatırlayan var mı?

Aşk dediğimiz şey mimoza kadar güzel, ama kısa ömürlü müydü? Papatya gibi kendiliğinden açan... Gül gibi, karanfil gibi kokan; ve bir orkide kadar ulaşılmaz, bir türlü sahip olunamaz. Kardelen gibi şaşırtıcı, beklenmedik... Küstüm otu kadar hassas... Zakkum kadar zehirli; bir kaktüs kadar dokunulmaz. Bir hercai gibi gönlü ayran; begonvil kadar rengarenk...

Hangisi? Biz kimi sevdik ve aşık olduk, hatırlayan var mı?

“Seni çok seviyorum.” demeyi bize unutturan şey neydi?

Bir Allahın kulu da çıkıp isyan etmeyecek mi? “Yeter artık, Romeo ve Julliet’in trajedesini, okumaktan, izlemekten, dinlemekten bıktık; bana aşkın destanını yazın diye!

Yoksa, sanat dediğimiz şey trajedinin, dramanın olduğu yerde vardır, sanatçı orada yaratabilir, mutluluğun olduğu yerde yaratıcılık yoktur ve bütün acılar Tanrı’nın sanatçıyı verdiği armağandır, düşüncesi, doğruluğunu her aşkın içinde ispat mı ettirecek?

Yok mu bunun aksini ispat edecek?

Söyle aşk bizi seni böyle mi tanımlamıştık? Sana bu şekilde mi inanmıştık? Biz sana inanmış mıydık, inanır mı gözükmüştük; biz aşkımıza ihanet mi etmiştik?

Aşka?

Yoksa biz, hem kendimize, hem aşkımıza, aşka, bildiğimiz her şeye “yalan” mı söylemiştik? Kandırmış mıydık?

O zaman, biz kendimize neler ettik böyle?

“Aşk!... Aşk!... Aşşşşk!...”

Bütün çiçekleri, gökyüzünün her rengini ve anını, dolunayın doğuşunu ve batışını, yağmurda yolda yürümeyi, sonbaharda sararan yaprakları, kışın iliklerimize kadar işleyen soğuğu, denizin mendireği aşan dalgalarının görüntüsü; en tepede, yıldızlara en yakın olduğumuz an, gördüğümüz yıldız kayması; daha nesini, her şeyi sevebilir, tutkuyla bağlanabilirim...

Ya aşk? Bu ötekilerin arasında hiç mi yeri yoktur?

Aşk! Sen bize neler ettin?

Uzay Gökerman

İlk kitabım, "Adalar ve Kıtalar" çıktı.

<ımg height="265" hspace="0" src="http://www.indigodergisi.com/adalar_ve_kitalar_uzay_gokerman_indigo_dergisi.jpg" width="170" border="0">

 
Toplam blog
: 2033
: 1268
Kayıt tarihi
: 09.06.06
 
 

"Keyif verici bir yalnızlık" olarak gördüğüm yazma serüvenimin en önemli merkezlerinden bir tanes..