- Kategori
- Öykü
Tabut...

Tohumluğumu pek hatırlamıyorum. Fidanlık dönemimden bu yana zihnim taze diyebilirim. Ben gibi binlercesi toprağa dikildiğinde yanımda olan fidan söylemişti ilk olarak ne ağacı olduğumuzu: ‘’Biliyor musun biz ceviz ağacıyız. Heybetli bir ceviz ağacı olacağız. Zamanı geldiğinde kilolarca meyvemiz olacak. Serin gölgelerimiz olacak.’’
Bize çok iyi bakıyorlardı. Özel giyinimli insanlar gelip yaprak ve gövdelerimizde ölçümler yapıyor, hasta olmamamız için özenle sulayıp ilaçlıyorlardı. Bir yandan da güneş ruhumuza adeta hayat üflüyordu. Her geçen gün büyüyorduk ve ceviz ağacı olmamın mağrurluğunu köklerime kadar hissediyordum. İlk o zamanlar dedim: ‘’İyi ki dünyaya ağaç olarak gelmişim.’’
Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovaladı durdu. Gövdem kalınlaştı ve uzadı. Günışığında yapraklarım elmas gibi parlamaya başladı fakat bir eksiklik vardı; meyve vermiyordum. O zaman hissettim ters bir şeyler olduğunu. Önce kendimden kaynaklanan bir sorun olduğunu düşündüm, yanılmışım! Benim gibi binlerce ağaçta da aynı sorun vardı; meyve vermiyorduk. Aslında bu durumun bir sorun olmadığını sonraları acı bir şekilde öğrendik. Mademki meyve vermiyorduk, neden özenle büyütüldük, neden bizimle kusursuzca ilgilenildi? Cevabı basitti. Bizler meyve vermeyen kısır ceviz ağaçlarıydık. Ahşap mobilya yapımında kullanılacaktık. İlk o zamanlar dedim: ‘’Keşke dünyaya ağaç olarak gelmeseydim.’’
Yağmurlu geçen bir ilkbahar mevsiminin sonuydu, yeni doğan güneş, yapraklarımdan köklerime kadar okşuyordu. Dingin sabahın sessizliğini çelik dişli devasa odun motorlarının gürültüsü bozdu. Uzaklarda diğer ağaçların bir bir yere yıkılışını izliyordum. Çaresizce sıranın bana gelişini bekledim. Güzel geçen günleri düşünmeye başladım; heybetli, asil ceviz ağaçlarıydık biz. Lezzetli meyvelerimiz, serin gölgelerimiz olacaktı. Köklerimde böcekler, yapraklarımda kuşlar yuva yapacaktı. Bu düşünceler içinde soğuk çelik dişler saplandı bedenime, soğuk çelik dişler saplandı hayallerime. Sonrası yere yığılış… Köklerimin ve bedenimin ayrıldığı bölgeden akan gözyaşlarım!
Kendime geldiğimde ne toprak kalmıştı evim bildiğim, ne kuş sesleri, ne güneşin şefkatli elleri. Ahşap bir eşyaydım artık, ahşap bir mobilya. Ne olduğumu, ne işe yarayacağımı bilmiyordum. Yalnızdım. Karanlıktaydım. Hep karanlıkta mı kalacaktım?
İçinde bulunduğum karanlığı, demir bir kapının gıcırtısı ardından içeri süzülen güneş ışıkları dağıttı. Güneşin elleri yeni bedenimin üzerindeydi. Güneş beni almaya mı gelmişti acaba? ‘’Hadi gidiyoruz! Toprak anne seni bekliyor.’’ Demeye mi gelmişti? Ama bir tuhaflık vardı. Bedenimi okşayan ışıkları sıcak değildi, aksine ürpertici bir soğuğu vardı. Ardından içinde bulunduğum dar odanın sessizliğini insan sesleri bozdu. İki yanıma geçen dört insan yerden kaldırdı beni ve dışarı çıkardı.
Kısa bir yolculuğun ardından beni yere indirdiler. Adına kapak dedikleri üst tarafımı açtılar. İçime beyaz bir çarşafa sarılı ne olduğunu bilmediğim bir şey koydular. Kapağı geri kapattıkları sırada bir insan sesi işittim:
‘’Tabut hazır! Götürebilirsiniz.’’ Tekrar yerden yükseldiğimi hissettim fakat içimde bir ağırlıkla.
Demek yeni hayatımda adım buydu: ‘’Tabut’’
Peki, ne yapacaktım? İçime koydukları neydi?
***
Eskiden ben bir ceviz ağacıydım… Heybetli… Mağrur… Canlı… Sıcak…
Şimdi ben ceviz ağacından yapılma bir tabutum… Karanlık… Cansız… Soğuk…
***
Saygıyla... 31 Temmuz 2018 - Denizli / Özkan SARI