Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Mayıs '12

 
Kategori
Öykü
 

Tensiz Aşk

Celal,  aydınlatmaktan ziyade odaya dinlendirici bir loşluk katan lambayı kapatıp, yatağına uzandı. Karanlığın içinde yok oluveren odanın duvarlarına gözlerini dikip, düşünmeye başladı. Çok tedirgindi, bugüne dek hiç bu kadar rahatsız olduğunu hatırlamıyordu. Yıllardır yalnız yaşamasına rağmen ilk defa yalnızlıktan korkuyor, her zaman ruhuna huzur veren gecenin o derin sessizliği bu kez onu tarifi imkânsız bir çaresizliğin girdabına sürüklüyordu. Bir süre sonra yağmur yağmaya başladı. Yeryüzüne çarpan damlalar ve ağaçlardan süzülen rüzgârın uğultusu düşüncelerinden sıyrılmasını sağladı, bitap düşen ruhu bu doğal senfoninin ritminde kendinden geçiverdi.

Uyandığında gece yarısıydı, yağmur yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı. “ Neden sabah olmadı ki? “ dedi kendi kendine. Yalnız gecelerinin değişmez müdavimi sessizlik yine yanı başındaydı. Hızla yataktan doğruldu, başucunda duran sigarasından bir tane çıkartıp yaktı. Salona geçti. Gözleri karanlığa alışmıştı ama yaşamında ilk kez karanlıktan bu kadar rahatsız oluyordu. Elektrik anahtarına hızla vurup ışığı açtı, koltuğuna yığılırcasına kendini bırakıp sehpanın üzerinde açık bir halde duran eski deftere gözlerini dikti. Gergin bir şekilde sol eliyle çenesini sıktı, derin bir nefes alıp yaşadıklarını düşünmeye başladı.

Celal kitap delisi bir adamdı, kendini bildi bileli hep okurdu. Yaşamındaki tek lüksü de okumaktı zaten. Evinin duvarları boydan boya kitap raflarıyla kaplıydı, o raflarda çizgi romanlardan, ansiklopedilere, şiir kitaplarından, klasiklere; adı sanı duyulmamış yazarların unutulmuş eserlerinden, sahaflardan tek tek topladığı el yazması kitaplara kadar birçok eser vardı. Kimi düzgün sıralanmış, kimi diğer kitapların üstüne rastgele bırakılmış, bazıları raflarda üst üste yığılmış bir halde duran bu kitaplar onun gözünde birer bilge arkadaştılar. Kazandığı paranın hatırı sayılır bir kısmını hep kitaplar için harcardı. Cuma günleri haftalığını aldığı gibi şehrin dört bir yanına dağılmış kitapçı dostlarından birine uğrar ve zaruri ihtiyaçlarının dışında kalan tüm parasıyla kitap alıp, rahmetli annesinden miras kalan evine dönerdi. Artık o kitapları hafta boyunca gecelerine misafir edecek, Cuma gelmeden hepsini okuyup raflarda boş bulduğu yerlere bırakıverecekti. Yıllardır böyle yaşıyordu, ne televizyon seyrederdi ne de radyoya merakı vardı. Rahmetli annesi öldükten sonra evdeki televizyonu hurdacıya yok pahasına satmış, parasıyla yeni kitaplar almıştı. Zaten sessiz, sakin bir adamdı, işyerinde iş harici biriyle muhabbet ettiği görülmüş şey değildi. Her akşam Hacı Naci’nin bakkalına uğrar, akşam nevalesini kısa bir selam faslıyla düzer ve koşar adımlarla evine giderdi. Karnını doyurduğu gibi ya yarısında kaldığı bir kitaba devam eder, ya da sehpanın üzerinde okunma sırasını bekleyen kitaplardan birinin ilk sayfasını o hiç eksilmeyen okuma heyecanıyla açardı.

Pek geleni gideni yoktu. Evini ara sıra ziyaret eden ablasının; kocasından, geçim sıkıntısından, komşularının huysuzluğundan, çocuklarının kötü giden derslerinden bahsetmesini sessizce dinler ve tüm derdini döken ablanın: “ Ya sen, sen nasılsın Celal? “ sorusuna her daim  “ Hiç kendimi bu kadar iyi hissetmemiştim, çok rahatım, çok “ diye cevap verip, biran evvel onu başından savmaya bakardı. Yalnızlığı seviyordu, bu yaşa kadar bekâr kalabildiği için kendini çok şanslı sayar: “ Eğer evli olsaydım ben de ablam gibi olacak, ıvır zıvır sıkıntılarla günlerimi heba edecektim. “ diye düşünür ve bu yaşına kadar karşısına evlenebileceği bir kadın çıkmadığı için haline şükrederdi.

Celal Cuma günü iş çıkışı haftalığını almış ve yıllardır alışveriş ettiği huysuz ihtiyarın kitapçı dükkânına doğru yola koyulmuştu. Geçen hafta oraya gittiğinde Kanuni Sultan Süleyman hakkında yazılmış deri ciltli bir kitap dikkatini çekmiş, ama daha önceden seçtiği kitapları bırakmaya gönlü razı gelmediğinden onu bu hafta alınacak kitaplar listesine eklemişti. Tam sokağın yokuşunu çıkmaya başlamıştı ki biraz ilerisinde  yorgunluk molası vermiş bir eskicinin arabası dikkatini çekti. Adam ufacık tahta arabayı kamyon yükler gibi yüklemişti, en altta emayesi dökük eski bir şofben, onun yanında diklemesine oturtulmuş tekerleksiz çocuk arabası, bunların etrafına bir kale duvarı misali dizilmiş gazete balyaları ve sağa sola öylesine fırlatılmış üç, beş kitap vardı. Celal kitapları gördüğü gibi hemen eskiciye doğru yöneldi, onun dünyasında her şeyin hurdası olurdu ama bir kitap asla hurda muamelesine maruz kalamazdı.  Adamı durdurdu, arabanın üzerinde sağa sola dağılmış olan kitapları tek tek topladı. Kitapların ismi neydi, yazarı kimdi bakmadı bile. Eskiciye şöyle bir göz attı, kaşlarını çatıp: “ Kaça bunlar efendi? “ diye sordu. Adam Celal’in çatık kaşlarına hiç aldırmadan tamamına yirmi Lira istedi. Celal elini cebine attı, bir ellilik bulup adama uzattı. Eskici “ Bereket versin abi “ deyip aldığı parayı pantolon cebine teperken, Celal gazete balyalarından bir gazete çıkartıp kitapları güzelce sardı. Sonra adamın hiç yüzüne bakmadan “Allah hayırlı müşteri versin, efendi “ deyip gerisingeri döndü ve evine doğru gitmeye başladı.

O akşam aldığı kitapları şöyle bir gözden geçirdi, birkaç Hüseyin Rahmi eseri vardı, “ Onlar zaten bende de var ama fazla mal göz çıkarmaz “ deyip, raflardan birine bırakıverdi. Bir iki otobiyografi vardı ama yazarlarını hiç tanımıyordu; “ Okur, bir şeyler öğreniriz “ dedikten sonra onları da en yakın raflardan birine özenle dizdi. Sayfa kenarları lacivert ile altın sarısı renkli motiflerle süslü olan Osmanlı musikisi üzerine yazılmış büyük boy bir kitabı, tez zamanda okunacak kitaplarını koyduğu sehpasının üstüne bıraktı. Kitaplarla birlikte aldığını eve gelince fark ettiği sarı kaplı bir defteri ise en sona bırakmıştı. Öylesine bir bakacak ve atacaktı. Kitaplarının arasına asla bir defter sokmazdı, kitap olamayacak kadar zayıf fikirlerin anlamsız karalamalarından başka bir şey ifade etmeyen defterlerin kitap raflarını işgal etmesi kitaplarına hakaret sayılırdı.

Defterin ilk sayfasını açtığında karakalem çizilmiş bir genç kız resmiyle karşılaştı. Uzun saçları omuzlarına dökülen, zayıf bir kızın resmiydi bu. O kadar güzel resmedilmişti ki Celal bir süre gözlerini resimdeki kızın hüzünle yoğrulmuş gözlerinden ayıramadı. Açık bir alın, incecik bir burun ve yarı açık dudakları vardı. Gayriihtiyarî elini resmin üstüne götürdü, parmaklarını gezdirdi; sanki bu kızı bir yerlerden tanıyor gibiydi. “ Kim çizdiyse, çok gerçekçi çizmiş bunu “ diye mırıldandı ve sayfayı çevirdi. Zarif bir el yazısıyla yazılmış satırları merakla okumaya başladı.

                                   ----------------- o -----------------

Celal eve geldiğinden beri yemek yememiş, hatta oturma odasından dışarı adım dahi atmamıştı. Defteri bitirdiğinde bütün bedeni titriyordu, o aklıselim adam artık düşüncelerini toparlayamıyor, okuduklarına mantıklı yorumlar yapamıyordu. Her zaman sakinliğiyle bilinen ve kendine has ağırbaşlılığıyla tanınan zavallı Celal, odasının içinde hızlı adımlarla dolanıyor, elinden düşüremediği defterin sayfalarını tekrar tekrar çevirip, okuduklarının yanlış olmasını uman bir ruh haliyle yeniden okuyordu.

Münevver adında genç yaşta veremden ölmüş bir kızın günlüğüydü bu defter. Zavallı kızcağız ölüme doğru yaptığı yolculuğunun her anını yazmıştı ve her sayfada tekrarladığı bir şey vardı. Yitik aşkına öldükten sonra kavuşacağından bahsediyor, onunla yeniden hayat bulacağına inanıyordu. Celal’i olduğu yerde donduran satırlar ise defterin son sayfasında ve Celal’in karakalem yapılmış bir resminin altında yazıyordu.

 Celal’im… İnanıyorum ki bir gün sana kavuşacağım 

Münevver Rumeli göçmeni bir ailenin tek çocuğuydu. Çok zorlu ve çetin geçen bir yolculuk sonrası batı Anadolulun ufak bir köyüne yerleşmişlerdi. Amansız hastalığı ona babasından miras kalmıştı, göç yolculuğu esnasında güçsüz düşen zavallı adam köye yerleştiklerinin ikinci haftası Allah’ın rahmetine kavuşmuştu. Hastalığının ilk evrelerini yaşadığından bihaber olan Münevver cenazenin defin işlemlerini müteakip, devlet tarafından aileye hibe edilen iki dönümlük arazide yaşlı anacağızıyla çalışmaya başlamıştı.

Akşamları tek göz odalı kulübelerinde ana kız yan yana oturur, gaz lambasının ışığı altında Rumeli’de geçirdikleri günleri özlemle yâd ederlerdi. Balkan harbi sonrası göçe zorlanmışlar, bir sabah ezanı vakti evlerinin kapılarını kilitleyip, kağnılara yükleyebildikleri eşyalarla beraber yola koyulmuşlardı. Bu zor ve çetin göç yolunun yolcularından birçoğu yolda vefat etmiş, yorgun ve bitap bir şekilde Anadolu’ya ayak basabilenler ise büyük sıkıntılar, dermansız dertlerle baş başa kalmışlardı. Öyle bir fırtına esmişti Rumeli’nin üstünde, tüm hayatlarını hercümerç etmişti. Geleceğe dair duyulan özlemler, geçmişin izini taşıyan hayaller yoğun bir kara dumanın ardında kalmışçasına birden kayboluvermişti. Anacağızı bazen geride bıraktığı malına, mülküne ağıtlar düzerken, Münevver de Balkan harbine gidip bir daha geri dönemeyen yavuklusu Celal’i hatırlar, yitip giden sevdasının ardından gözyaşı dökerdi. 

Münevver Celal’i genç kızlığa ilk adımı attığı yıllarda tanımıştı. Uzun boylu, siyah saçlı yağız bir delikanlıydı. Kimseyle muhabbeti olmayan, yaren sohbetlerinden ziyade yalnızlığı dost edinmiş sessiz, sakin biriydi. Güneşin ilk ışıklarıyla kasabanın daracık sokaklarından, Vardar nehrine kucak açan uçsuz bucaksız ovalara doğru yola çıkar, akşamın alacakaranlığı çökmeden de geri dönmezdi. Kimi zaman bir ağacın altında ufkun hüzne bulanmış derinliğine dalar, kimi zaman da yanık sesiyle türküler söylerdi. Sesi öyle güzeldi ki, civardaki tarlalarda iş gören kadınlar, kızlar o türküye başladığında ellerindeki çapaları bir kenara fırlatır, türküsü bitene dek hiç kıpırdamadan onu dinlerlerdi. Hele “ dağları “ söylemeye başladı mı; “ Çalışacağına türkü çığırtıyor, haylazın önde gideni bu çocuk “ diye ona kızan babalar, dedeler bile seslerini keser; türkünün gökyüzünde dalga dalga yayılan ritmine kendilerini kaptırıverirlerdi.

Dağlar, dağlar viran dağlar

Yüzüm güler, kalbim ağlar

Yüreğimden kanlar damlar

Bir olaydı pir olaydı

Ne olur benim olaydı

Münevver önce türkülerin sesine, sonra yüzünü uzaktan hayal meyal görebildiği bu delikanlının kendisine âşık olmuştu. Her sabah herkesten önce uyanır, tarhana çorbasını ateşe koyduğu gibi bahçeye çıkar; Celal’in ovaya doğru yola çıkışını beklemeye başlardı. Karanlığın aydınlığa nöbet devrettiği o saatlerde Celal de evinden çıkıp, yola koyulurdu. Kasabanın tarlalara çıkış yolundaki en son ev Münevverlerin eviydi. Tam evin önünden geçerken başını çevirir, dünyalar güzeli Münevver’e gülümser, sonra ardına bile bakmadan yoluna devam ederdi.

Aşk bakışmaktı o zamanlar, sevda gülümsemelerde saklıydı. Sevgi, sevgilinin bir anlık görülmesiyle büyür, koca bir çınar olurdu. Celal ve Münevver birbirlerine tek kelam etmeden öyle bir aşka tutulmuşlardı ki ikisinin de gözleri,  gördükleri her şeyde sevgiliyi görür olmuştu. Celal’in türküleri daha bir güzel oluvermişti,  gözlerde saklı olan bu büyük aşk türkülerin nağmelerinde dile gelmeye başlamıştı. Ekinler daha canlı, meyveler daha bereketli ve o her yere hayat taşıyan Vardar Nehrinin suyu daha bir berrak oluvermişti sanki. Aşk ovayı da cezp etmişti, yaşanan sevdaya şahit olan her şey, saf ve tertemiz olan bu sevginin gücünden besleniyordu artık.

O yaz böyle geçti, sabahın aydınlığı Celal’in gülümsemesiyle çoğaldı, her gün tarlalar onun türküleriyle bereketlendi. Bir türküyle ateş alan aşk, gökyüzüne nağme nağme yayılan diğer türkülerle alevlendi, ikisini de sımsıkı sarıverdi.

Kına yakmış pamuk eline

Kemer belin üstüne

Fistan giymiş Balkan güzeli

Nakış yapmış eteklerine

Havalar bozmaya başlamış, yazın tatlı güneşi yerini sonbahar yağmurlarına bırakmıştı.  Böyle soğuk ve yağışlı günlerden bir gün kasabanın meydanında sancak dikildi. Meydandaki caminin minaresine çıkan gür sesli bir adam, eli silah tutan herkesi bu sancağın altına çağırdı. Erkekler hızlı adımlarla meydana doğru giderlerken kadınlı, kızlı, çoluklu, çocuklu bir kalabalık da onların peşi sıra yürümeye başladılar. Ortada büyük bir sancak, sancağın altında pala bıyıklı bir zabit ve yanında da kasabanın ileri gelenleri durmaktaydı. Kalabalık toplandı, erkekler bir yana dizildi. Çocuklar analarının terslemesiyle sustular, ağlayan bebeler bile ayrılığı hissetmişçesine ağlamalarını kestiler. Meydan onca kalabalığa rağmen bir anda sessizliğe bürünmüştü.

Bir süre sonra zabit gönüllülerin isimlerini yazmaya başladı. İlk adım atan Celal oldu, Celal’in öne doğru fırladığını gören Münevver olduğu yere yığılıverdi. Yanındaki birkaç arkadaşı onu apar topar kaldırıp, kollarından destek oldular. Zavallı kızın gözyaşları yanaklarından süzülüyor, son bir kez sevdalısını görebilmek adına ayakta zorla durmaya çalışıyordu.

Sonra başkaları da isim yazdırdı, dualar okundu, gençten bir çocuk yanık sesiyle Eûzu besmele çekip Ahzâp suresinin “ Müminlerden, Allah’a verdiği söze bağlı kalan öyle erler var ki, onlardan bir kısmı bu uğurda canını vermiştir. Bir kısmı ise verdikleri sözü hiç değiştirmeden bunu beklemektedirler. “ ayetini okumaya başladı. Celal’i son kez görmek için çırpınan Münevver, kalabalığın içinde onu ararken bir anda tam karşısında yaşlı bir adamcağız beliriverdi. Oldukça zayıf olan bu adamın üstünde yamalı bir mintan, altında uzun süredir giyildiği her halinden belli olan yün bir pantolon vardı. Gözlerini Münevver’den ayırmadan yanına doğru yaklaştı, kısacık sakalını sağ eliyle sıvazlayıp “ Ne aşk ölür yeryüzünde, ne de âşıklar. Sabret güzel kızım, kavuşacaksın. “ dedi ve kalabalığa karışıp, kayboluverdi.

Münevver’in ayrılık gözyaşları o günden sonra hiç dinmedi, sabahın alacakaranlığında her zamanki gibi bahçe kapısının önüne çıkıyor ve Celal’ini bekliyordu. Günlerce bekledi, dualar etti, umutlarına sarıldı. Gözlerinden akan yaşlar sırdaşı olmuştu, gönlünü yakıp kavuran hasret artık onun tek arkadaşıydı.  Celal’siz geçirdiği günler, aylar özlemle örülmüş çelik bir pranga misali onu öylesine sıkıyordu ki, çoğu sabah bahçedeki yaşlı incir ağacına yaslanıp: “ Ya Rabbi, ya Celal’imi gönder ya da beni de al yanına “ diye niyaz ediyordu.

Savaştı bu, acıydı, kandı, ölümdü. Ayrılıkların ve vedaların bayraktarıydı. Bir Cuma sabahı duymak istemediği o acı haberi aldı. “ Şehit oldu. “ diyordu herkes, “ Allah’tan geldi, Allah’a döndü. “

O her gün yavuklusunun yollarını gözleyen, her aklına geldiğinde hasretini gözyaşlarına gömen Münevver, ölüm haberinden sonra tam bir sessizliğe gömüldü. Ne ağladı, ne de gülümsedi. Koca gün bir kenara oturur, ağzından tek bir kelam çıkmadan Celal’inin türküler çığırdığı ovalara bakardı. Ovalar kararmıştı gökyüzünü saran kapkara bulutlar gibi. Ağaçlar artık esen rüzgârın sesine karşılık vermiyordu, sabahı karşılayan bülbüller bile çekip, gitmişlerdi bilinmeyen yerlere.

O günden sonra kasaba hep kan ağladı, işgali yaşadı, zulme uğradı. Tarlalara bile gidemediler, gitseler ne olacaktı ki? Ne ekilecek ekin, ne de dinlenecek türkü kalmıştı. Zaten bir süre sonra göç kararı alındı, yola koyulabilecek herkes ocaklarını düşmana bırakıp Anadolu’ya hicret etti.

Köye yerleştiklerinin ikinci yılında annesi yine Rumeli göçmenlerinden olan Rıza ile evlendi. Rıza göç ettikleri kasabanın bağlı olduğu vilayette memurluk yapmış, efendi halleriyle tanınan orta yaşlı bir adamdı. Rumeli’de evlendiği ve Allah’ın bir evlat nasip etmediği sevgili karısı Anadolu’ya geldiklerinden kısa bir süre sonra vefat etmiş, aradan birkaç ay geçince de eşin dostun teşviki, biraz da şartların zorlamasıyla Münevver’in annesiyle evlenmişti. Rıza’nın vilayette kurulu bir düzeni vardı, köyde kalmayı düşünmüyordu. “ Hele şu nikâhımız bir kıyılsın, derlenir toparlanır şehirdeki evimize gideriz “ diyordu.

Nitekim de öyle oldu, köyün yaşlı imamı cemaatten iki şahidin huzurunda nikâhı kıydı, köydeki tarla üç kuruş paraya alelacele satıldı ve bir sabah şehirdeki yeni yaşamlarına doğru yola koyuldular. Rıza Bey iyi bir adamdı, çalışkandı da. Biraz da varlıklıydı, gelirken yanında bir miktar altın getirdiği ve şehirdeki bahçeli evi onlarla satın aldığı söylenirdi. Sabah ezanlarından önce yola koyulur, akşama dek civar köylerden deri toplar, gecenin geç saatlerine kadar tüm derileri tek tek tuzlayıp, boylarına göre balyalar ve ertesi gün deri ticareti yapan tüccarlara satmaya götürürdü. Sessiz, sakin muhlis bir adamcağızdı. Çalışmayı hem dünyada hem ahirette huzur verecek bir bir ibadet olarak kabul eder, boş oturup vakit öldürenleri “ Şeytan ile hemhal olmuşlar “ diye ayıplardı. Akşam ile yatsı arası eve gelir, karısının hazırladığı sofraya bağdaş kurup hazırlanan yemekleri hızla yer, sofradan kalkıp kahvesini yudumlamaya başladığında gözleri hafiften kapanır, başı ikide bir öne arkaya düşmeye başlardı. Sokağa bakan odaya serdikleri yer yatağına kadar zor gider, geceliğini giyip yastığa başını koyduğu gibi de derin bir uykuya dalardı.

 Koca yataktayken, karı dolanmaz “ diyen anası da namazını kılıp, yatağa uzanır; Münevver gecenin ilerleyen saatlerine kadar tek başına oturup, Celal’ini düşlerdi. Rumeli’nde medrese eğitimi almış, okuması yazması olan bir kızdı. Üvey babasına bilmem kaç kez rica edip sonunda bir defter ile kurşunkalem aldırmış ve günlük tutmaya başlamıştı. Allah vergisi bir yetenek, sanata meyilli bir ruh taşıyan Münevver günlüğün sayfalarına hem kendinin hem de Celal’in karakalem resimlerini çizmiş, altına da hayallerinden asla gitmeyen, tüm rüyalarında her daim yanında olan aşkına hitaben: “ Celal’im… İnanıyorum ki bir gün sana kavuşacağım “ diye not düşmüştü.

Şehre yerleştikten bir iki ay sonra Münevver’in hastalığı şiddetini artırmış, gözyaşlarıyla geçen geceleri, bitip tükenmek bilmeyen öksürüklerle ızdırap dolu saatlere dönmüştü. Hastanelere gidip, gelmeler; orada geçen sıkıntılı günler umulan sonucu vermemiş ve ölümün yakın olduğunu hisseden doktorları: “ Evde dinlenmesi evladır, hastaneye taşıyıp güçsüz kalan bedenini daha da zayıflatmayın “ dedikten sonra: “ Yine de Allah’tan umut kesilmez, üzerinden duanız eksik olmasın “ cümlesiyle evladının günbegün eriyip bittiğini gören anaya teselli vermeye çalışmışlardı.

Münevver babasıyla aynı hastalığa yakalandığını ve verem denen bu amansız illetten kurtulamayacağını bildiğinden olsa gerek, günlüğünde hep ölüm ve ölümden sonrasını dile getirmiş ama her sayfada Celal’ine kavuşmadan ölmeyeceğini ifade eden satırlar yazmıştı. Celal’in sancak altına gidip, gönüllü yazıldığı o ayrılık gününde yanına yaklaşan yaşlı adamın: “ Ne aşk ölür yeryüzünde, ne de âşıklar “ sözünü hiç unutmuyor ve bitmeyen bir ümit ile aşkına bir şekilde kavuşacağına inanıyordu.

Bir gece sabaha karşı ateşler içinde uyandı. Anasının söndürmeyip, kısık bıraktığı gaz lambasının ışığı tavanda gölgeler yapıyor, kimi zaman kendini çekip içine alıverecek karanlık dehlizler, kimi zaman da her yerinde güller olan bir bahçeyi andıran görüntüler oluşturuyordu. Nefes almakta çok zorlanıyordu, her derin nefesinde ardı arkası kesilmeyen öksürükler başladığından dolayı kısık kısık nefes almaya çalışıyordu. Göğsü o kadar çok yanıyordu ki artık acıya dayanamaz olmuştu. Bir anda kapı açıldı, geleni annesi sandı “ He anam! “ dedi, sessizce. Gece misafiri yavaş adımlarla yanına yaklaştığında, içeri girenin annesi olmadığını fark etti. Başka zaman olsa çok korkardı ama nedense en ufak bir korku duymadı, karaltının adım adım başucuna yaklaşmasını bekledi.

 Sensin “ dedi, kısık bir sesle. “ Celal’imin gittiği gün bana öğüt veren yaşlı amcamsın, hoş geldin. “

Yaşlı adamın üzerinde yine aynı kıyafet vardı, yine sağ elinle kısa sakallarını sıvazladı. Sonra biraz daha yaklaşıp Münevver’in ateşler içinde yanan elini tuttu. “ Benim güzel kızım, sonsuz aşk yolunun güzel meleği, hazır mısın? 

 Neye? “ dedi Münevver. Yaşlı adam elini tutunca bir kor gibi yanan vücudunun sıcaklığı düşüvermiş, her nefes alışında ciğerlerini paralayan göğsündeki acı kaybolmuştu. Derin bir nefes almak istedi, alabiliyordu. Bir daha, bir daha aldı. Öksürmüyordu işte. Demek ki iyileşmişti. Yaşlı adam eğik başını kaldırdı, Münevver’in güzel gözlerine bakmaya başladı. “Birazdan ufak bir yolculuğa çıkacağız cancağızım, yeryüzünü terk edip acıların ve sıkıntıların olmadığı bir mekâna doğru yola koyulacağız. “

Münevver öleceğini anlamıştı, ama yaşlı adam ona o kadar çok güç veriyordu ki ölümü bir kenara bırakıverip: “ Ya Celal’im?  Celal’ime kavuşamayacak mıyım artık? “ dedi. Yaşlı adam bir kez daha gülümsedi, o an odanın içini tarifi imkânsız güzellikte bir koku kaplamıştı, Münevver bu kokunun ve ruhunu saran bu mutluluğun hiç kesilmemesini istercesine yaşlı adama bir kez daha baktı ve sorusunu tekrarladı. “ Celal’im? Hani âşıklar ölmezdi?  “

 Ben sana öleceksin demedim ki ey güzeller güzeli, gönlünde aşkın ve sevdanın damlası olan asla ölmez ki… Biz söz verdik mi sözümüz hayat bulur, canlanır. Şuna emin ol, çok kısa bir süre sonra Celal’in seni bulacak, üzülme 

Münevver diğer elini de adamın eline koydu, odadaki güzel koku artık tüm bedenine yayılmıştı. Gözlerini kapattı, derin bir rüyaya dalıverdi.

----------------- o -----------------

Münevver’in annesi sabah odaya girdiğinde zavallı kızcağızının dudaklarının kenarında bir damla kan gördü, telaşla koşup “Yavrum! “ diye bağırdı, kızın soğumuş bedenini “ Uyan, ne olur uyan. Beni bırakıp da gitme kuzum, ne olur uyan “ diye dakikalarca sarstı.

O sabah hasta evi cenazenin acısına büründü. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte defin hazırlıkları yapılmaya başlandı. Bahçenin gözlerden ırak bir köşesinde içi su dolu kazanlar kaynıyor, kapıya yakın bir yerde yakılan ateşte lokmalar pişiriliyor ve gözü yaşlı genç bir kızcağız mahalle camiinden alelacele getirtilen tabutun başına Münevver’in çeyizinden alınma dantelli yemeniyi bağlamaya çalışıyordu.  Öğleye doğru cemaat toplandı, kadın hocalardan biri yanına aldığı iki genç kız ile Münevver’in sonsuzluğa teslim olmuş zayıf bedenini sünnete uygun yıkadı. Avlunun bir köşesinde toplanan kadınlar hıçkırarak ağlıyor, erkekler yanaklarından süzülen gözyaşlarını kimseler fark etmesin diye hemen siliyorlardı. Bir süre sonra erkek cemaatin önüne tabutu getirdiler. Dillere destan sevdasını Vardar ovasına nakşeden bu güzeller güzeli kız, kefenini gelinlik yapıp aşk yolculuğuna hazırlanmıştı. Hocanın “ Nasıl bilirdiniz? “ sorusuna hep bir ağızdan “ İyi bilirdik “ diyerek gelmiş, geçmiş tüm kul haklarının sözle ve cemaatin şahadetiyle helal edildiği bu anı hızlı adımlarla mezarlığa gidiş takip etti. Evde kalanlar ruhlarını yakıp kavuran bu dönüşü olmayan ayrılığın acısını dualarla bastırmaya gayret ettiler. Gelenler gitti, teselli veren sözler kesildi. Herkes unuttu Münevveri de bir anacağızı unutamadı. Her attığı adımda onu hatırlayıp,  göğsüne saplanan hasret sancısını ölene dek yaşadı.

Münevver’in odasındaki o güzel koku yıllarca gitmedi, anası yıllarca o odaya kendinden gayri kimseyi sokmadı… Yüreği yandıkça içeri girer, “ Bu koku benim canım ciğerim, yavrum Münevver’imin kokusu “ der, misli olmayan o kokuyu derin derin içine çekip, hıçkırıklarla ağlardı.

----------------- o -----------------

Celal o gece sabaha dek gözünü kırpmadı, sehpasının üstünde sayfaları açık bir halde kızın günlüğü duruyor, kendisi de sehpanın karşısındaki tahta iskemlede oturuyordu. Ellerini saçlarının arasına sokup iki de bir karıştırıyor, uykusuzluktan kan çanağına dönmüş gözlerini defterden bir türlü ayıramıyordu. Beyninden türlü düşünceler geçiyor, bazen “ Sadece bir isim benzerliği bu, abartmama gerek yok “ diye kendini rahatlatırken, “ iyi de o resim bana neden bu kadar benziyor? “ sorusuyla yüz yüze gelince hem korkuyor, hem de bu esrarengiz işin sonunun nereye varacağını merak ediyordu.

Bedeni ve beyni olabildiğince yorulmuş olan Celal, ezanlar okunurken oturduğu sandalyede uyuyakaldı, rüyasında defterdeki kızı görmüş, birbirlerine sımsıkı sarılmışlardı. Sokaktan geçen zerzevatçının bet sesi ortalığı ayağa kaldırmasaydı belki akşama kadar o sandalyede uyurdu ama gürültüyle aniden uyanıp, iskemleden fırladı. Deftere hiç bakmadan doğru lavaboya gidip yüzünü yıkamaya başladı. Avuçlarına doldurduğu soğuk suyu suratına bir şamar gibi çarpıyor, yüzünden bedenine yayılan serinlik kendine gelmesini sağlıyordu. Sokak kapısını açıp dışarı bakmaya başladı. Okuldan dönen öğrencilere bakılırsa saat bir gibi olmalıydı, “ İşe de gidemedim “ diye hayıflandı. Merdivenlere çöküp, sigarasını yaktı.

Sokağın başından yukarı doğru yaşlı bir adam geliyordu. Üzerinde eski bir gömlek, altında gömlekten de eski yün bir pantolon vardı. Yavaş adımlarla yokuşu çıkıyor, arada bir durup sağ eliyle sakalını sıvazlıyordu. Celal’in kapısının önüne kadar geldi, soluklanmak için bir mola verircesine durdu, elini kapının kasasına yaslayıp derin bir nefes aldı. Celal adamcağızın o yorgun halini görünce: “ Babam, takatini tüketmişsin anlaşılan, bir bardak su getireyim mi? İçer misin? “ diye sordu. Yaşlı adam gülümsedi: “ Su temizliktir, yeniden başlamaktır yaşama evlat. Zahmet olmazsa getir, içerim tabi “

Celal bir koşu içeri gidip her daim su içtiği kupasına içme suyu doldurdu ve getirip yaşlı adama uzattı. Adamcağız diz çöktü, sağ elini başına koyup suyu yudum yudum içti. “ Allah razı olsun Celal oğlum, su gibi aziz ol “ dedi. Celal bir kez daha şaşırmıştı, kollarını iki yana açtı ve üç kez “ Allah hayır etsin “ diye mırıldandı. Sonra gülümseyen gözlerle kendine bakmakta olan adama dönüp:  “ Amcam, dünden beri zaten kimi tanımıyorsam bana ismimle hitap eder oldu, ben seni ilk kez görürüm; yanılıyor muyum acaba? Adımı söyledin de…”

 Boş ver be evlat! Bir isim zikrettik sana denk geldi. Tevafuk de, geç. Kader yazıldı, kalem kırıldı, bundan gayri detayların değil aslın peşinde olma zamanındayız. Münevver’i okudun mu? 

Bu son cümlecik Celal’in bir kez daha irkilmesine sebep oldu, iki adım geri gidip sırtını kapıya dayadı. Günlüğün sırrı bu adamdaydı, buna o kadar emindi ki yaşlı adamın sorusuna cevap bile vermeden kenara çekildi, eliyle içerisini gösterdi ve  “ Gel babam, gel… Hele otur, hele anlat. Anlat ki bu garip adam delirmeye, söyle ki neler oluyor o da bile “ deyip misafirini içeri soktu.

Odaya geçtiler, yaşlı adamcağız kanepeye oturduğu gibi Celal de tam karşısına geçip, söyleyeceklerini merakla beklemeye başladı.  Adam kendinden oldukça emin ve sakin bir üslupla Münevver’den bahsetti, vefatını, geride kalan anasının çektiği acıları sanki o yıllarda oralarda yaşamışçasına teferruatlı bir şekilde Celal’e nakletti. Celal bir yandan hayretle dinliyor diğer yandan da bir gün dahi aşkını dile getirmeden yaşayıp, genç yaşında hakkın rahmetine kavuşan Münevver’e karşı içinde merhametle süslenmiş bir ilgi duymaya başladığını fark ediyordu.

Birden adamın sözünü kesti: “ Bak babacım, o günlük Osmanlıca yazılmış, yaşananlar günümüzden neredeyse yüz sene öncesini anlatıyor. Sen şimdi ben tüm bunları gördüm dercesine bana anlatıyorsun ama benim bütün bu anlatılanlara inanmamı beklemiyorsun, değil mi? Şayet sen o yıllarda yaşadıysan şimdi yüz yaşını devirmiş, bir pirifâni olman gerekirdi. Ama maşallah altmıştan yukarı göstermiyorsun. “

Yaşlı adam gülümsedi: “ Allah senin ömrünün bereketini artırsın Celal, bakma böyle göründüğüme, bedenim binlerce yıldır bu kisveyi taşır; yüzümdeki izler kendimi bildim bileli hep böyledir. “

 Kimsin sen? “ Celal bu soruyu o kadar sert ve bir o kadar da kendinden emin sormuştu ki yaşlı adam cevap vermeden önce uzun uzun Celal’i süzdü, sonra yine aynı yavaşlık ve aynı kendinden emin ses tonuyla: “ Yeryüzünde dolanıp duran bir gezgin, zahir ile batın arasında asılı kalmış bir derviş ya da sevdasının bedelini sevdaya kapılmış olanlara el uzatarak ödeyen bir âşık. Ne dersen de, öyle bir adamım işte. “ dedi. Sonra sağ elini uzatıp, Celal’in dizine koydu. “Sakın bana ben doğduğumda ne harp vardı, ne sürgün deme. Bir söz etmeden bir dinle beni. Türkü söylemesini bilir misin? 

Celal gülümsedi, adamın anlattıklarını ne kadar anlamaya çalışırsa çalışsın her cümlesinden sonra kafası daha da karışıyor, yaşadıkları içinden çıkılmaz bir bilmeceye dönüyordu. “ Belki inanmazsın babam ama ben kendimi bildim bileli ne türkü söyledim, ne şarkı dinledim. Sevmem de zaten “ dedi.

Yaşlı adam bulunduğu halini hiç bozmadan ve gözlerini Celal’in gözlerinden bir an dahi ayırmadan: “ Dağlar, dağlar diye bir türkü vardır. Rumeli Türküsü, onu da mı bilmezsin? 

Celal omuzlarını silkti “ Vallahi demin dedim ya hiç türkü söylemem ki ben. Bilmiyorum da. “

Yaşlı adam tok bir sesle “ Hele bir söyle “ dedi, Celal karşı konulmaz bir cezbeye doğru yürüyormuşçasına adama bir daha baktı “ Bilmiyorum babam “ diye fısıldadı. Yaşlı adam aynı cümleyi tekrarladı sadece “ Hele bir söyle, söylemeye niyetlendiğinde öğrenirsin belki de 

Celal adamın bu ısrarına bir anlam verememişti ama baktı ki bir şeyler mırıldanmaz ise bu sohbet buradan bir adım ileri gitmeyecek, başını hafifçe geriye doğru attı ve “ Neydi babacım, nasıl başlıyordu? “ diye yaşlı adama sordu. Yaşlı adam “ dağlar, dağlar de sen, gerisi düşer gönlüne “ deyip, arkasına yaslandı.

Celal gülümseyerek dağlar dağlar diye mırıldanmaya başladı, birden kendini kontrol edemediğini fark etti. O hiç bilmediği türkünün tüm sözlerini makamıyla birlikte söyleyebildiğini, o hiç beğenmediği sesinin gittikçe güzelleşip odasının duvarlarında yankılar yaptığını duydukça şaşırıyor ama hiç ara vermeden türküyü okumaya devam ediyordu.

Gözlerini kapatmıştı, o an türkünün ritmi yerini hayallere bıraktı. Bir anda at kişnemelerinin ortalığı sardığı, tozdan dumandan bir adım ilerisinin görülmediği bir yerde olduğunu fark etti. Geniş bir meydandı burası, her yerden silah sesleri, topların kulakları sağır eden gürültüleri geliyordu. Sağıda solunda kendisiyle aynı safta olan arkadaşlarının “ Allah! “ nidalarıyla yere düşüp, kan revan içinde kaldıklarını görüyor; güllelerin düştüğü yerlerde oluşan derin çukurlardan yüzüne taş ve toprak parçaları fırlıyordu. İçinde siper aldığı çukurdan yan tarafa geçmek için hamle yaptı, hafifçe doğrulduğu anda sol gözünde şiddetli bir acı hissetti, elini yüzüne götürdü, çenesinden kulaklarına kadar yüzünün sol tarafının paramparça olduğunu hissetti. Ellerinin dermanı kesildi, tüm vücudu kaderine boyun eğen sessiz bir teslimiyete büründü. Son nefesini vermek üzereydi, bütün gücünü toplayıp “La ilahe illallah… “ dediği anda kendine geliverdi.

Sandalyesinde oturuyordu, yaşlı adam yine tam karşısında aynı gülümsemeyle ona bakmaktaydı. Tüm bedeni ateşler içinde yanıyor, hızla atan kalbinin sesi beyninde zonkluyordu. Hemen elini yüzüne götürdü, suratını aceleyle yokladı, sol gözünü açıp, kapadı. Hiçbir şeyi yoktu, ölmemişti ama neden yüzü hala acıyordu ki? “ Neredeydim ben, nereye gittim. Ölmüştüm.” diye ardı ardına cümlecikler kurup ayağa fırladı. Yaşlı adamın tam önünde diz çöktü, gözlerinden süzülen yaşlara aldırmaksızın “ Yardım et bana babam, yardım et. Ben kimim, neden buradayım, bu yaşadıklarım nedir? Üst üste yığılmış bu sorular beni benden alıyor, dayanamıyorum artık.  Yardım et, Allah aşkına yardım et “ diye yalvarmaya başladı.

Adam elleriyle Celal’in başını okşadı, yanaklarından süzülen yaşları sildi. “ Dur hele “ dedi “ Yaşam telaş ve kargaşayla harcanacak kadar basit değil.  Şimdi beni iyi dinle, tüm gördüklerin doğrudur, bütün hissettiklerin gerçektir. Bir zamanlar Balkan Harbindeydin, cephede şehit düşmüştün. Az önce o anı bir kez daha yaşadın sadece. O yıllarda sen ahde vefa uğruna dillere destan bir aşkın kozasından çıkıp, şehadete yürüdün. Gönlünü yakıp kavuran ayrılık acısını, bedenini paramparça eden acılarla yoğurdun. Ama bilmez misin, sevenler kavuşmadan ölmez. Birbirinizi o kadar çok sevmiştiniz ki Celal’im, bu büyük sevda sizi tensiz aşkın yolcuları eyledi, Allah’ın sonsuz sevgisi bir ayna misali sizin ruhlarınızda tecelli etti. Yaşanması gerekenler yaşandı ve şimdi özlemle, sabırla, duayla büyüyen bu aşkın vuslat zamanı geldi.”

Yaşlı adam derin bir nefes aldı, Celal’in ellerini tuttu ve: “ Sevgilinin sevgisinde yok olmaya, benliğini bir kenarda bırakıp biz olmaya hazır mısın evlat? “ dedi.

Celal kendini toparlamaya çalıştı, tam ayağa kalkacaktı ki açık olan oda penceresinden içeri giren rüzgârı yüzünde hissetti. Tüm bedenine hoş bir serinlik katan bu rüzgâr bir süre sonra sehpanın üzerindeki defterin yapraklarını çevirmeye başladı. Sayfalar birbiri ardına açıldı, tam ilk sayfaya geldiğinde rüzgâr birden kesiliverdi. Celal yavaşça ayağa kalktı, sehpaya doğru yürüdü. Açılan sayfa Münevver’in karakalem resminin olduğu sayfaydı. Ona bakmaya başladı, baktıkça tüm bedenini tarifi imkânsız bir mutluluğun sardığını hissediyor ve bir an önce bu güzeller güzeli yitik aşkına kavuşmak için dayanılmaz bir iştiyak duyuyordu. Münevver resimde eski bir koltuğun üzerinde oturuyordu. Kollarını koltuğun iki yanına koymuş, başını sol omzuna doğru hafifçe çevirmiş bir vaziyetteydi. Resmini çizerken gözlerindeki hüznü öyle gerçekçi bir şekilde aktarmıştı ki yaşadığı tüm sıkıntılar bakışlarına nakşedilmişti sanki. Ayak bileklerine uzanan eteğinin altında narin çıplak ayakları görülüyor, göğüslerine dökülen siyah saçları hafif bir esintiye maruz kalmışçasına dalgalanıyordu. İşte tam o an resimdeki kız başını hafifçe Celal’den yana çevirdi, oturduğu koltuktan yavaşça ayağa kalkıp, sehpanın üstüne indi.  Celal korkuyla kendini geri attı, arkasındaki duvara sırtını dayadı. Her şeyi bilen yaşlı adama bir an baktı, yüzünden hiç eksilmeyen gülümsemesiyle onları seyrediyordu. Sehpanın üzerindeki suret bir anda kayboldu, Celal daha ne olduğunu anlamaya fırsat bulamadan yaşlı adamın yanında gencecik bir kız suretinde tekrar ortaya çıktı. Yavaş adımlarla Celal’in yanına doğru gelmeye başladı. Mutluluğun ışıltısıyla parıldayan gözleri ve gamzelerine yansıyan gülümsemesiyle Celal’in tam karşısında duruverdi. Kollarını iki yana açtı ve çok duru, çok şiirsi bir ses tonuyla: “ Kavuşmak bu güneymiş Celal’im. Seni çok özledim “ dedi…

Celal hiç duraksamadan kollarını uzatıp, Münevver’e sarılmaya çalıştı. Onu sımsıkı sarmak ve sonsuza kadar hep yanında olmak istiyordu. Fakat iki kolu kızın vücudundan geçip, hızla birbirine vurdu. Elleriyle kızın yüzüne, saçlarına dokunmaya çalıştığı an karşısında bir beden olmadığını fark etti. Münevver’in hayaliydi bu, belki de o âlemden bu âleme yansıyan latif bir görüntüsüydü.

Birden yaşlı adama döndü “ Beni onunla kavuştur artık, ne olur “ dedi.

----------------- o -----------------

Dış kapının açık olduğunu fark eden komşulardan biri Celal’e seslendi. Ses seda çıkmayınca ne olur, ne olmaz diye polise haber verdiler. Mahalle karakolundan gelen ekip içeri girdiğinde odanın kenarında boylu boyunca yatan Celal’in cesediyle karşılaştı. Hemen savcıya haber verildi, hükümet tabibi çağrıldı. Kalp krizinden öldüğü tespit edilip, tutanak tutuldu.

Celal’in naaşı o gün defnedildi. Cenazeyi gömüp dönenlerden birkaçı, Celal’in mezarının hemen yanındaki kırık gonca gül işlenmiş mezar taşının kime ait olabileceğini tartışıyorlardı. Konuşulanlara kulak misafiri olan yaşlı bir adam “ O epey eski bir mezar. Gelinlik giymeden ölen bir kızcağızınmış orası, yanlış okumadıysam ismi de Münevver’miş “ dedi.

O adam herkes çekip gittikten sonra mezarlığa doğru dönüp: “ Münevver ve Celal… Allah birlikteliğinizi sonsuz eylesin. Sevdanızı kendi sevdasında cem etsin. Aşkınız kaleme gelsin, satır olup, okunsun. “ duasını mırıldandı. Sağ eliyle sakalını sıvazladı, yüzünden hiç eksik olmayan tebessümüyle şehrin dar sokaklarına doğru yürümeye başladı…

 
Toplam blog
: 7
: 481
Kayıt tarihi
: 01.01.12
 
 

Balıkesir'de doğdu, İstanbul'da yaşıyor. Mühendis, kendine ait bir Tasarım Ofisi var. Ked..