Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Kasım '15

 
Kategori
Öykü
 

Tereyağlı ballı ekmek: bir kız çocuğu 3- tadalle

Derken beynimde o günün tüm kızgınlığını küçücük bir çocuğun saflığıyla siliverdim. O gün, o manavın önünde yaşadıklarım artık o günkü kadar acıtmıyordu canımı. Bugünlerde mahalledeki çocuklarla yeni bir takıntımız vardı; Tadelle, yani nam-ı değer “Tadalle”. Aslında annem çok da fazla sokağa çıkmama izin vermese de mahallede belli bir çevrem vardı; isimlerinin baş harfini bile şimdilerde hatırlamadığım, yaramaz, uslu, hırslı, kavgacı, türlü türlü çocuklardı arkadaşlarım. Kimisinin annesini annem tanırdı; onlarla oynamam o yüzden daha az riskli görülür, onlarla sokaktayken annem daha az balkonda dururdu. Kimisinin nerede oturduğunu ben bile bilmezdim. Diğer semtlerden veya sokaklardan bisikletleriyle gelirler ve akşama kadar bizim sokakta dururlardı. Bu çocuklar, bizimkiler için oldukça fazla risk içerir ve annemlerin put gibi balkona çakılmasına neden olurlardı. Bir de, diğer sokaklardan gelen, ne üdüğü belirsiz çocuklar kadar tehlikeli olmayan, ama annemin annelerini tanımadığı, sadece aileleri hakkında kulaktan dolma bilgi sahibi olduğu, aynı sokakta oturuyor olmamızın verdiği bir güvene sahip olmanın avantajında ama asla tam anlamıyla güvenilmemesi gereken, hep tetikte olunması gereken çocuklar vardı. Onlara gitmem yasaktı örneğin, ama onların bize gelmesi sonuna kadar serbestti. İlla birine gidilecekse, o ev bizim evimiz olmalıydı. Aksi tartışma konusu bile olamazdı; yufka yürekli babam için bile.

Hiçbir zaman bencil bir çocuk olmamıştım; oyuncaklarım konusunda bile. Sadece biraz fazla titizdim o kadar. Herkes gelsin benimle oyuncaklarımla oynasın ister ama hepsinden de hep aynı düzeni, tertibi beklerdim. Bebeklerimin saçları ilk günkü gibi pırıl pırıl olur ve hemen hemen her gün taranırdı. Elbiseleri tertemiz olur; gerekiyorsa teyzemden onlara yenilerini dikmesi istenirdi. O da hiç hayır demez oturur el kadar bebeklere kıyafet dikerdi; çeşit çeşit, model model. Bebeklerin kolları bacakları hep sağlam olurdu; yaşıtlarımınkiler gibi kolu bacağı olmayan, tek gözü oyuk, derbeder, hayatın sillesini yemiş, sesi soluğu çıkmayan bebekler değildi benimkiler. Onların bir ruhu, bir yaşam alanı vardı.

Yaşım ilerlediğinde de bu huyum okuduğum kitaplara; sonrasında da evimin düzenine, eşyalarımın simetrisine yansıdı. Başka hiçbir konuda bu kadar titiz olamayan ama bebeklerinin üzerine titreyen ben, sonraki yaşlarda kitaplarım için deli divane olmaya başladım. Okuduğum ve bitince rafa kaldırdığım kitapların okunmuş olduğuna çoğu zaman kimse inanmazdı. Öyle ki kapakları sapasağlam, jilet gibi, sanki kitapçıdan yeni gelmişler de okunmak için sıralarını bekliyorlar gibi dururlardı rafta. Başucumda durduğu için aralarından en fazla okunuyor hissi verenlerin bile kapak ve sayfa düzeni görenleri deli edebilirdi.

Onun içindir ki kitaplarımı ödünç vermekten oldum olası nefret etmişimdir. Onun içindir ki kitapçı dışında, sokaktan, korsandan kitap almaktan hiç hazzetmemişimdir. Onun içindir ki kitap okuma şekillerinin bana benzediğine en güvendiğim kişilere bile kitaplarımı verdiğimde, eve geç kalmış çocuğunu merak eden annenin yürek çarpıntısı gibi, kitaplarımın bana ne şekilde geri döneceklerini düşünüp durmak içimde bitmeyen bir dert olmuştur. Ailede paspal kitap okuyuşu ile mimlediğim tek kişi de annemdir sağolsun. O, kitabı evire çevire okumayı sevenlerdendir. Kitap okurken kaldığı sayfanın kenarını bir an bile tereddüt etmeden kıvıranlardandır o. Kitap onun elinde hayatının en kötü anlarını yaşar bana göre. Teni incinir, örselenir, eli kolu mosmor kesilir, soluk alamaz. En nihayetinde bozuk ve yıpranmış bir cilt, kopmaya yakın kenarları kıvırılmaktan bitap düşmüş sayfalar kalır geriye raftaki yerlerini almak için.

Annemin, kitap okurları sınıfında, “en düzensizler” kategorisine girişini tecrübe edişim, kendisine yine özenle baktığım bir kitabımı okuması için verip geriye bir enkaz aldığım güne denk gelir. Size o an yaşadığım duygu patlamasını sayfalarca yazsam yeteri kadar anlatamam. Gözlerimde hissettiğim kızarıklık ve kendimce sinirimi durdurma çabalarım, öte yandan içten içe kendime verdiğim telkinler sonucu, tek yapabildiğim elimde duran bu enkaz yerine, kendisiyle bir kitapçıya gidip o kitabın yenisini ona aldırmak olmuştu. O gün bugündür de kitaplarımı ödünç verdiğim herkese, bu nahoş ama bir türlü törpüleyemediğim huyumdan bahsetmek alışkanlığım oldu. Bu yaşımda bile, bunun bir tik mi yahut psikolojik bir bozukluk mu olup olmadığını zaman zaman kendime sorar dururum. Çocukluk dönemlerimle hiç alakası olmayan ve ne zaman ortaya çıktığını da hiç kestiremediğim ikinci takıntım ise simetri oldu. Çok yakınlarım veya iş arkadaşlarım dışında başkaca kimsenin bilmediği gizli bir simetri takıntısını gittiğim her yere beraberimde taşıdım. Bindiğim uçaklarda oturduğum koltuğun kafalık kısmına cırt cırtla yapıştırılan korumalıkların düzgünlüğünden tutun da, evimdeki orta sehpanın halıya, halının koltuğa, koltuğun duvara ve dahası duvarların birbirine simetrisine kadar hayatımın her anını bu gizli simetri takıntısına göre kurguladım; bilmeden, istemeden.

Velhasılı, mahallede bize oynamaya gelen tek ve ilk arkadaşım, karşı apartmanımızın ilk katında, abileri ve yakınlık derecelerini tam olarak kestiremediğim birkaç akrabası ile beraber oturan Nigar’dı. Onun için bile değişmeyen tek kural; benim onlara gidememem, sadece onun bize oynamak için gelebilmesiydi. O da zaten bunu sorun etmiyor; her fırsatta bize gelmek ona mutluluk veriyordu. Ben de bize gelmekten bu kadar memnuniyet duyan ve bir gün bile gelmemezlik etmemiş bu yegane arkadaşımı kaybetmekten korkuyordum. Şimdi düşündüğümde; sanıyorum hayatımda kaybetme korkusunu ilk defa Nigar ile yaşamıştım. O, birbirinden güzel oyuncaklarımın büyüsüne kapılıp beni arkadaşlığına dahil ederken, sanki bana bir lütufta bulunmuş gibi, ben de o oyuncaklar sayesinde günlerimi canlandıran, sıkıntılarımı alıp götüren tek arkadaşımın tüm isteklerine “evet” demek zorunda hissediyordum kendimi. Onun arkadaşlığı olmadan, allah muhafaza bir gün çeker giderse bu evde kimle, nasıl oynayabileceğimi bilememenin verdiği o derin kalp çarpıntısı içerisinde son olarak sarı saçlı barbi bebeğimin saçlarını yıkamayı bile kabul etmiş; elimde saçı başı dağılmış bir bebek ve gözlerimde yaşlarla kalakalmıştım. Üstelik bebeği yıkama konusunda da kendi özgür irademi kullanamamış, Nigar’ın “bir daha gelmem senin arkadaşın olmam” tehdidine boyun eğmiş ve bebek ile Nigar arasında bir seçim yapmıştım. Yanlış bir seçim olduğunu bebek yıkandıktan ve saçları parça parça elime geldikten sonra anlayabilmiş; ağır bir pişmanlık ve ne yapacağını bilememezlik içerisinde annemin eteklerine sarılmıştım.

Annem bana o gün aynen şu cümleleri kurmuştu. “Bir daha seninle oynamam derse, ona tamam oynama ben bu dediğini yapmak istemiyorum de diye akıl verdi; “senin ondan daha fazla oyuncağın var, her halükarda seninle oynamak zorunda”. Hayatımdaki ilk strateji ve diplomasi dersimi orada, o eteklerin altında almıştım. Devamı üniversitede gelecekti.

(TO BE CONTINUED-DEVAM EDECEK)

 
Toplam blog
: 17
: 162
Kayıt tarihi
: 30.12.13
 
 

Gezen anne, cocukla nasil gezilir, yemek fotografcisi, mekan yorumcusu, gezenti, yay burcu ..