- Kategori
- Sinema
The Fountain_Kaynak(Pınar)

Ne kadar sağlıklı, bilemiyorum. Film biter bitmez klavyeye sarılır mı insan? Ne denli doğru ifade edebileceğimden emin olmasam da ve filmler hakkında yazmakta aşırı tecrübesiz olsam da, hadi bir deneyeyim.
Başrolleri Hugh Jacman ( ve tanrı kadınlar için bir adam yarattı) ve Rachel Weisz (yamuk gözlü ve yamuk ağızlı kadın) paylaşıyor. Off, çok resmi bir giriş oldu. Görmezden gelin. Filmin konusunu, ne anlatmaya çalıştığını paylaşmayacağım. ‘film’ başlığı altında yayınlamam belki bazılarınız hoşuna bu nedenle gitmeyecek ama elimde değil. Maalesef tanıtım yazılarında çok başarısızım ve kendimi ‘yazmasam daha iyiydi’ hissediyorum. Ben size ne hissettiğimi anlatayım en iyisi. Çoğu zaman da aradığımız bu değil midir; aynı şeyleri hissettiğimiz birileri…
Ev arkadaşımın tavsiyesi üzerine, filmi anlamaya çalışmadım. Arkama yaslanıp bağdaş kurdum ve başladım izlemeye.
Adam, çok tanıdıktı. Kadın ise daha fazla… Mutlu son, daha filmin başından bana çok uzaktı zaten. Günün fiziksel yorgunluğunun üzerine bir de manevi yorgunluğumu kattım. Kendimi karakter yerine koyup yaşadım aynı senaryoyu. Çünkü onlar da yaşıyormuş gibi yansıtmışlardı. Senaryoda oyunculukta tek bir hata yoktu. İki üç günlük bir hikâyeyi iki saate ancak bu kadar güzel oturtabilirlerdi. Kendimi yetersiz hissettim. Yetişemedim. Kurtaramadım ama kurtuldum. Korktuğumu söyledim ama korkmadım. Film bittiğindeyse kendimi analiz etmeye başladım.
Sevdiklerini kaybetmek bir insanı neden bu kadar korkutuyordu? Sevdiği insan açısından kesinlikle değil. O korku hayattaki en bencilce korkudur sanırım. ‘Yalnız kalma’ korkusu, ‘yerine koyamama’ korkusu.
Sonra tekrar filmi düşündüm. Aslında ne kadar beklenmedik ve ne kadar da beklediğim bir sondu. Tek çözüm oydu çünkü. Tek kavuşma o yolla olabilirdi. The fountain ancak bu şekilde bitebilirdi.
Buradan sonrasını filmi izlemeyenler ve izlemeyi planlayanlar okumasın.
Üç paralel hikaye başka nasıl sonlanabilir diye düşündüm. Adam gerçekten kadının peşinden gitseydi, maymundaki deneysel gelişmeyi gerçekleştiremeyecekti. Kadın öldüğünde ise geç kaldığı için pişmanlık duymayacaktı.
Adam aynı şekilde kadının peşinden gitmeseydi fakat kadın kriz geçirmeden önce ona aynı maddeyi enjekte ettirseydi? Sürekli beraber yaşayabilecekleri, yaşayabildikleri kadar ömürleri olurdu. Hayır, bu olmazdı. O zaman bu iyi bir film olmazdı.
Peki gerçekten o tohum bir ağaç verdi mi? Adam o ağaçla beraber nebulaya doğru gitti mi? Yıldız patlayıp yeni bir yıldız doğurduğunda ağaç tekrar can buldu mu? Adama ne oldu?
Sevgili Darren, bu kadar çok soru izleyenlerin hayal güçlerine bırakılabilir mi? Bu filmi üç paralel evren olarak da düşünebilirsiniz. Tek bir zaman çizgisinde üç faklı noktada yaşanmış anılar olarak da düşünebilirsiniz. Reenkarnasyonla yine aynı vücutları bulup yine bir araya gelmişler de diyebilirsiniz. Ne düşünürseniz düşünün, ne derseniz deyin kabul edebileceğim tek şey filmin mükemmelliği olabilir ancak. Aksi bir düşünce ispat edilene kadar benim için hükümsüzdür.
Tecrübesizliğimi mazur görüp, vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.
Bu filmi benimle paylaştığınız ve bana bloğuma yazmam konusunda baskı yapıp, ‘ baaaak benim önerdiğim filme blog yazdı’ dedirtmemi sağladığınız için size de teşekkürü borç bilirim.