- Kategori
- Sinema
The Light Between Oceans - Hayat Işığım
"Isabel, aşkım...
Hayatıma o şekilde devam edemezdim. Vizdan azabı duyuyordum. Seni kırdığım için ne kadar özür dilesem az. Hayat hepimize bir şans tanır ama eğer bu benim kefaretimse yine de buna değerdi. Tanrı yıllar önce canımı almalıydı. Seninle tanışana dek, hayatın bittiğini düşünürken beni sevdin. Bir asırlık ömrüm olsa bundan iyisini isteyemezdim. Seni elimden geldiğince sevdim Isabel ki bunun pek anlamı yok. Seni benden daha iyi sevebilen birini hak ediyordun. Tek yapabileceğim: Tanrı'dan ve senden sebep olduğum zarar için beni affetmenizi istemek. Birlikte geçirdiğimiz her gün için teşekkür ederim.
Seni her daim sevecek kocan Tom."
Uzun uzun aradan sonra - 46 gün! - merhaba. Sevgililer günü gelmiş, instagrama canım kocacım/karıcım yazılı çiftli resimler, alınan hediyelerin resimleri koyulmuş bile. Hatta ve hatta sırf 14 Şubat diye nereden para kaldırsam diye düşünen alakasız firma bile olmayan instagram sayfaları bile indirim ile ürün satma derdine düşmüş. Hadi Gratis/Watsons'a paya bayılıyoruz da bunlar ne alaka. Sırf şu hediye, kalpli resim, indirimli makyaj ürünleri resimleri hengamesinden kurtulmak için bugün Instagram'a bakmamayı düşünüyorum, hayır yani yalnızlık da bir insanın suratına bu kadar vurulmaz ki. 14 Şubat'ta yalnız olmak da sıkıcı, ofiste herkes sevgilisine aldığı hediyeden, yaptığı süprizden bahsederken -hepsi Damak çikolata üzerine resim bastırıp yazı yazdırma hevesine düşmüş, niyeyse- konu değişse diye dua edersin. Şaka bir yana, bugün sanırım bir şekilde sevildiğimizi en çok hissettiğimiz gün. Karşılıklı hediyeler alıp veriyoruz, sevdiğimizi göstermekten çekinmiyoruz, ve en önemlisi mutlu hissediyoruz. <>
Yılbaşından sonra yeni yıl iyi gelmedi, gelemedi bana. Umarım size iyi gelmiştir, ülke gündemini saymazsak. Şu an tüm dünya gündemi o kadar yoğunki bu yoğun ve iç karartıcı gündeme rağmen mutlu kalabilen varmıdır bilemiyorum. Trump'ın seçilmesi, saçma sapan politikaları, müslümanları ülkeye almaması, ırkçılığın bu yüzyılda son bulması gerekirken hala saçma sapan politikalar yüzünden insanları inaçlarından dolayı dışlıyoruz. Bunu anlatamamışken bir kaç gün önce bir fotoğraf gördüm instagramda Manhattan'da metrodaki reklam panosuna Nazi sembolü ile "Jews belong to oven" Türkçesi "Yahudiler fırına ait" yazısını gördüm, bunu Emmy Rossum'da #NotMyAmerica yazısıyla paylaşmış. Mantıklı bir insandan zaten ırkçılık yapmasını beklemezsin kaldıki şu yüzyılda çıkıp Nazi görüşlerini savunmak mantığında dışında artık, korkunç bir şey. Nusret Et'in saltbae diye ünlü olması, adam nasıl keşfedildi hala anlayabilmiş değilim. Düşünsenize adam saltbae diye ünlü olmadan önce kimsenin umrunda değilken şimdi Leonarda Dicaprio'nun yemeğine tuz dökerek "Oscar adayı sensin dedi" açıklaması ile fotoğraf paylaşıyor. Gündem o kadar hızlı değişiyorki artık takip etmek çok zor, çoğu gazetelerde artık magazin gazetesine dönmüşken dikkat etmemiz takipte kalmamız gereken meseleleri göremiyoruz.
Her neyse, amacım gündemden bahsetmek değil, mümkün olduğunca ruh sağlımı korumak amacıyla ülke gündeminden uzak kalmaya çalışıyorum. - ne kadar mümkünse!- Bir süre hatta sosyal medya hesaplarımdan da çıkış yaptım, kendimce bir nevi sosyal medya detoksu yapmaya çalıştım. Size de öneririm, sosyal medyadaki yalanlardan, linç kampanyalarından ve nefretten uzak kalın, onun yerine sevdiğiniz dizileri izleyin, daha çok film izleyin, daha çok kitap okuyun, havaların kutupları andıran soğuna aldırmadan gezin - tabi benim gibi haftada 1 gün tatiliniz varsa, iyi plan yapın ziyan etmeyin. :D- sevdiğiniz bilgisayar oyununu oynayın, yeni müzik türleri keşfedip dinleyin, magazin gazeteleri yerine daha düzgün gazeteler okuyun kısaca sizi ne mutlu ediyorsa onu yapın.
Peki ben ne yaptım bu yeni yılın iki ayında, çok güzel planlar yapıp hayata geçiremedim, spora yeniden başladım, bel fıtığım olduğunu öğrendim -zaten bir o eksikti!-, yazın başlayıp bitiremediğim Ağaçkakan kitabını bitirip üzerine gaza gelip Acı Çikolata adında bir kitap daha bitirdim, caım arkadaşım arkadaşına güzellik yapıp Kadıköy'de Cofy Tea adında harika çaylar yapan bir kafe ve daha önce hiç gittinizmi bilmiyorum ama Fornello Pizza diye bir pizzacı ile tanıştırdı 5 numaralı Pizza Di Pollo pizzayı öneririm tadı çok güzel. The OA adında aşırı güzel olmasada bir sonraki bölümü merakla izlettiren drama, fantazi, gizem türünde yeni bir mini dizi izledim, şimdilik 2.sezonun kesin olacağına dair bir haber yok ama yapımcılar öyle bir planlarının olduğunu söylemiş ki umarım olur.
Yeni yıl yeni diziler, yeni sezonlar, daha çok iş ve beni yeni sezonuyla hayal kırıklığına uğratan diziler -The Affair 3.sezon kesinlikle hayal kırıklığı- derken film izlemeye çok az zamanım kalsa da, iki tane film izleyebildim bu arada. Filmlerden en sevdiğim drama filmi olan The Light Between Oceans, yazıda filmi detaylı bir şekilde size tanıtmak istedim, bence izleyin yani.
The Light Between Oceans (Imdb 7.2) (Rotten Tomatoes 6.2)
2 saat 13 dk | Drama, Romantik | 2 Eylül 2016 | ABD, Yeni Zelenda
Filmin Fragmanı:
Not: Fragmanı türkçe altyazılı izlemek için subtitle kısmından Türkçeyi seçin.
https://www.youtube.com/watch?v=YSX-mpsVutQ
The Light Between Oceans filmi Derek Cianfrance tarafından yazılıp yönetilmiş 2016 yılı romantik dönemsel drama filmidir ve M.L. Stedman'ın aynı adlı 2012 romanından uyarlanmıştır. A.B.D., Avustralya ve Yeni Zelenda arasında ortak yapım bir film. Filmin oyuncularından en önemlileri Michael Fassbender (Tom Sherbourne), Alicia Vikander (Isabel Graysmark), Rachel Weisz (Hannah Roennfeldt), Leon Ford (Frank Roennfeld), Florence Clery (Lucy-Grace).
Film Deniz feneri bekçisi ve karısının denizde sürüklenen bir bebeği kurtarıp evlat edinmelerinin hkayesini anlatıyor. Yıllar sonra, çift bebeğin gerçek ailesini bulması ve yaptıklarının ahlaki ikilemi ile karşı karşıya kalırlar.
Bu arada filmdeki ada gerçekten var ve gerçekten belirli dönemlerde hala adaya denizfeneri bekçisi alıyor. Adanın ismi Maatsuyker Adası, minik adalardan oluşuyor ve adalar Avustralya'ya bağlı en büyük ada olan Tasmanyan'ın güney batısı yakınlarında yer alıyor. Maatsuyker Adası Deniz Feneri, en güneydeki Avustralya deniz feneri, Adanın güney ucunda yer alıyor. Tasmania Parks and Wildlife Service 12 Aralık 2016'da adaya 2 yıl süreyle gönüllü bekçiler aldığı ilanını yayınlamış.
Bence, insanlar drama film sevenler ve sevmeyenler diye ikiye ayrılıyor. Ben drama filmlerini o an ki moduma göre sevip sevemiyorum. Eğer moralim çok bozuksa, hayatım da yeterince dram varken mazoşistim ya gidip drama filmi izlerim. Şöyle ki ağlayıp rahatlamam gerektiği zaman, durup dururken de ağlayamacağım için kendime bir sebep bulmuş oluyorum. Yada izlemek için çok depresif bir dönemde olmam gerek, fakat bu film çok farklı. Yani oyuncular konusu o kadar hayatın içindenki, öyle ne Talihsiz Serüvenler Dizisi ne de karakterlerin başına binbir türlü olay geldiği saçma sapan duygu kasan filmler gibi. Şöyle anlatayım, hani hep tartışılır ya "Doğuran mı annedir, bakan mı annedir?", bu filmde bu tartışmayı uygulamalı olarak göstermiş. Ben her zaman "bakan annedir" savunurum ama bu filmde ilk defa ikilemde kaldım. Isabel'in kocasının kendine yazdığı mektuptan sonra koşarak her şeyi göze alıp kocası için suçunu itiraf etmesi ciğerimi yaktı, küle döndürdü resmen.
Her şey bir yana sırf o güzel manzarası için izlenebilecek bir film. Hepimiz bazen bunaldığımızda böyle orman yada deniz kenarında bir ev hayal ederiz, sessiz ve sakin, az insan bulunan. Bu mekan da tam öyle bir yerde. Tabi diğer yandan bakınca ben biraz ürkütücü buldum çünkü bana hiçliğin ortasında gibi hissettirdi. İzlerken devamlı şey diyordum , burada yaşasam ben panik atak hastası olurum bu kaygılı bünyemle. Nitekim Isabel havanın fırtınalı ve yağmurlu olduğu bir akşam, evde yalnızken düşük yaptığında bildiğiniz panik atak geçirdim. Benim için tüm cinli, şeytanlı, kötü ruhlu filmlerden daha korkunçtu o sahne. Sahne şöyle oluyor, havanın fırtınalı ve yağmurlu olduğu bir akşam Tom deniz fenerine gidiyor, Isabel her ne kadar rahatsız hissedip korksada, onunla gelmek istesede Tom onu evde yalnız bırakıyor. Bir anda Isabel'in sancısı tutuyor ve düşük yapmaya başlıyor. Evin penceresinden tepedeki deniz fenerine doğru yardım isteyen ama yardımsız kalan bakışları hala ürpertiyor beni. Neyse, o fırtınaya ve yağmura rağmen dışarı çıkıp deniz fenerinin kapısına kadar gidebiliyor. Kapıda kocası Tom'a sesleniyor ama dışarda öyle bir fırtına varki rüzgarın sesinden Tom Isabel'i duymuyor. Isabel çaresizlikten dolayı kapıda bayılıyor ve sabah Tom eve gitmek için dışarı çıkınca kapıda Isabel'i görüyor. Isabel ilk düşüğünü böyle yapıyor. Hayatta en korktuğum şeylerden biri, tıbben yardıma ihtiyacın olduğunda yardım edecek kimsenin olmaması. Sırf bu yüzden bile yalnız yaşama fikri bana hep korkutucu geliyor.
Filmden en sevdiğim replik:
Hannah Roennfeldt (Rachel Weisz): "Hayatta öyle çok badire atlatmana rağmen hep neşelisin. Bunu nasıl beceriyorsun?"
Frank Roennfeldt (Leon Ford): "Sadece bir kez affetmen yeterli. Kin güdeceksen bunu her gün, gün boyunca, sürekli yapman gerekir. Devamlı kötü şeyleri hatırlaman gerekir. İnsanı yorar."
Filmin Konusu:
Film Tom Sherbourne'ın, Batı Avustralya sahillerine yakın bir deniz feneri, Janus Rock'da deniz feneri bekçisi olarak işe alınması ile başlıyor. Tom 1.Dünya Savaşında travma geçirmiş ve içe dönük birisidir ve oranın yerlisi bir kıza, Isabel Graysmark'a aşık olur. 1921'de evlenirler ve Isabel üç yıl içinde 2 düşük yaptıktan sonra bir daha asla anne olamayacağından korkar.
Isabel'in ikinci düşüğünden kısa bir süre sonra, ölü bir adam ve yeni doğmuş kız bebeği taşıyan bir kayık fenerin yanındaki kıyıya vurur. Tom yönetmeliğin keşfini bildirmesi gerektirdiğini bilir. Fakat, Isabel bebeğin yetimhaneye verileceğinden korkar ve Tom'u bebeğin kendilerinin olduğunu söyleyip, büyütmeleri için ikna eder. Tom istemeyerek kabul eder. Adamı adada bir yere gömer ve bebeğe Lucy adını verirler.
Tom ve Isabel bebeği vaftiz ettirmek için karadaki kliseye gittiklerinde, Tom Lucy'i buldukları gün 26 Nisan 1923 yılında denizde kaybolmuş Frank Roennfeldt ve Grace Ellen adını taşıyan bir mezarın önünde diz çökmüş bir kadın görür, Hannah Roenfeldt. Tom Lucy'nin Hannah'ın kayıp kızı olabileceğinden korkar. Tom Hannah'a kocasının öldüğünü ama bebeğin sağ ve iyi bakıldığını yazan isimsiz bir mektup yazar.
3 yıl sonra, birlikte huzurlu bir yaşam geçiren Tom, Isabel ve Lucy, Tom'un deniz fenerindeki yıl dönümünü kutlamak için bir törene katılırlar ve Hannah ve kız kardeşi Gwen Potts ile sohbet etmeye başlarlar. Frank'in Alman olduğunu ve sokakta sarhoş bir kalabalık tarafından saldıraya uğradığını öğrenirler. Frank bir kayığa atlar ve bebeği ile birlikte kaçar. Vicdan azabı çeken Tom, Hannah'a Lucy'i bulduğunda kayıktaki küçük çıngırağı gönderir. Tom'un iş arkadaşlarından birisi ödül posterindeki çıngırağı hatırlar, ve Tom'u polise bildirir.
Tom bütün sorumluluğu alır ve Isabel'i iş birliğine zorladığını idda eder. Isabel Tom'un Lucy gönüllü olarak Lucy'i vermesine çok kızar ve Tom tutklandıktan sonra onunla temasını kopartır. Lucy öz ailesine geri döndürülür fakat başlarda onları onları hiç hatırlamadığından reddeder ve nefret eder. Grace adına cevap vermeyi reddeder ve hatta deniz fenerine dönmek için evden kaçar.
Polis Tom'u Frank'i öldürmekten dolayı suçlar, Polis Frank'i bulduklarında ölü olup olmadığını cevabını çılgına dönmüş Isabel'den alamazlar. Tom yargılanmak için Albany'e götürülürken, Isabel Tom'un ona onunla mutlu olmayı nasıl hak etmediğini ve savaştan sağ kurtulma suçunu hafifletme suçunu nasıl taşıdığını yazdığı mektubunu okur. Tekneye atlar ve her şeyi itiraf eder. Hannah ise, mahkemede onların lehine konuşmayı teklif eder. Lucy ise sonunda onu Lucy-Grace olarak adlandırmayı kabul eden öz annesi ve dedesi ile bağ kurmaya başlar.
1950'de, Lucy-Grace Rutherford adında bir yetişkin, erkek bebeği Christopher ile Tom'un izini bulur. Lucy-Grace 20 yıldan daha fazla süredir Sherbourne'lar onun kalan çocukluğu boyunca onunla iletişime geçmemesi için anlaştıkları için onlar ile iletişimde değildir. Isabel hala yaptığında dolayı vicdan azabı çekmiş ve yakın zamanda ölmüştür. Tom Lucy-Grace'e onunla iletişime geçmesi halinde vermek için yazdığı mektubu verir. Lucy-Grace Tom'a onu kurtardığı ve bir kaç yıl Janus'da büyüttüğü için teşekkür eder, tek bildiği babasına, ve iletişimde kalacaklarına söz verirler.
Böyle yazınca çok duygusal olmayıp ve etkisini hissetrimiyor olabilir ama izlerken ilk defa filmde bir karakteri boğmak istedim. Tabiki de o kişi Tom Sherbourne! Vicdan yapmanın anlamı yok dedim, Isabel ile birlikte adama öfkelendim. Bir de çocuğu Isabel'den aldıkları zaman, adama lanetler okudum. Kız 3 yaşına geldikten sonra, öz annesinin çocuğu istemesine de sinir oldum, belki dedim bir ihtimal çocuğa acır da vazgeçer. Fakat en sonlara doğru, öz annenin açısından da bakınca anneye de hak verdim sonuçta kaç yıl boyunca çocuğunun ve kocasının acısını yaşadı. Filmin sonlarına doğru nefret ettiğim Tom'a sempati duymaya başladım, yargılamaya gitmeden önce bile söyleyecek bir şeyin var mı diye sorulduğunda hala eşini koruyup tek suçlu kendisiymiş gibi sessiz kalmasına söyleyecek söz bulamadım. Film gerçekten o kadar gerçekçiki oturup bir dakika ya bu çok mantıksız diyemiyorsunuz çünkü
Filmdeki bence bütün oyuncular çok iyiydi, özellikle de iki kadın oyuncu. Alicia Vikander ve Rachel Weisz ben iki oyuncuyu da başka filmlerde izledim. Alicia Vikander'ı "Ex Machina" ve Danish Girl filminde izlemiştim, gerçekten hem güzel hem de yetenekli bir oyuncu. Bir sonraki filmi Tulip Fever'ı da merakla bekliyorum, ben fragmanlardan gördüğüm kadarıyla güzel bir film olacağa benziyor, Alicia Vikander'ın daha önce de bu tarz dönem filmlerinde -Anna Karenina, A Royal Affair- oynadığında filme yakışacağını düşünüyorum. Rachel Weisz'i ise ilk defa The Lobster filminde izlemiştim, Herkes komedi diye ısrar etsede film için, benim için gülünecek tek bir dakikası bile yoktu. Biraz ütopik, tuhaf bir filmdi ama bu hani iyi tuhaftı, öyle yani işte bu filmi de izleyin bence.
Film Hakkında Önemsiz Şeyler:
- Alicia Vikander ve Michael Fassbender, Eylül 2014'te filmin setinde tanıştıktan sonra, Aralık 2014'te sevgili olduklarını duyurdular.
- Alicia Vikander ve Michael Fassbender, Derek Cianfrance onları 6 hafta boyunca birlikte yaşattıklarını ortaya çıkardılar.
- Kitapta, Tom 28 ve Isabel 19 yaşındaydı, Michael Fassbender ve Alicia Vikander film çekildiğinde sırasıyla 37 ve 25 yaşlarındaydılar.
- Alicia Vikander Michael Fassbender'in işlerinin her zaman hayranı olduğu için bu işi yapmak istediğini söylemiş. Derek Cianfrance Buzzfeed'e Vikander film için kendisini davet ettiğini söyledi.
- İki başrol aktörde, Michael Fassbender ve Alicia Vikander Prometheus (2012) ve Ex Machina (2015) filmlerinde sırasıyla önceden yapay zeka karakterini oynadı.
- Dunedin, Otago'da film çekilirken, Yeni Zelenda'nin Otago Üniversitenden öğrenciler fşlmde figüranlık yaptılar.
- Film oyuncuları iki Oscar kazananı içeriyor: Alicia Vikander ve Rachel Weisz; ve bir Oscar adayı Michael Fassbender.
- 5 kişi Lucy/Grace karakterini sergiledi: ikizler Elliot Newbery ve Evangelina Newbery bebek olarak; Georgie Gascoigne bir yaşında, Florence Clery 4 yaşında ve Caren Pistorius yetişkin olarak.
- Stanley'de çekim yapmadan önce, tarihi iskele rustik bir kenar ile yeniden inşa edildi. Stanley'in yerlileri filmden önce 1920 görünümüne büründü, bundan dolayı birçok erkek extra rolleri için sakal bıraktı.
Benim film hakkında anlatacaklarım bu kadar. Drama sevmeyenler izlemesin bence, sonra kötü yorum yapıp filmi izleyecek insanları da yanlış yönlendiriyorlar. Bu tip insanları anlamıyorum, baktın ki film seni sıkıyor kapat, izleme. Bir de sonuna kadar izleyip, sonuna kadar dayanayım dedim ama çok kötü bir filmdi diye yorum yapanlar varya, uyuz oluyorum. Ben bu filme bayıldım, bugüne kadar izlediğim en iyi dram filmlerinden biriydi. Aslında çok dram filmi izlemeyi sevmem ama bunu nasıl olduysa iyi bir zamana denk getirip izlemişim. Daha önce de bahsettiğim gibi film çok gerçekçiydi, ben bir mantık hatası bulamadım. Başında sonuna kadar sıkılmadan ve merakla izledim. Yeri geldi sinirlendim, yeri geldi üzüldüm yeri geldi şefkat duygusu hissettim. Öyle yani değişik duygularla izledim ve iyiki de izlemişim. O kadar sevdim ki oturup bir daha izleyebilirim. Bence sizde mısırınızı patlatın, battaniyenizin altına girin ve bu akşam bu filmi izleyin.