Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Nisan '08

 
Kategori
Eğitim
 

Türkiye’de eğitimin ana sorunu fırsat eşitsizliği ve son dönem osmanlıcılığı

Türkiye’de eğitimin ana sorunu fırsat eşitsizliği ve son dönem osmanlıcılığı
 

Şimdi birilerinin hemen homurdanarak, ”yine açtı bu, dinsizler, kâfirler ve pek tabi ki komünistler ağızlarını. Neymiş, fırsat eşitsizliği varmış. Yahu kardeşim kim aç, kimin kömürü, unu, şekeri yok” diye itiraz ettiğini duyar gibiyim. Ama merak etmesinler, burada kast ettiğim fırsat eşitsizliğinin sadece maddi anlamda olmadığını anlattığım zaman, ne demek istediğimi anlayacaklardır. Konuya girmeden hemen bir hatırlatmada bulunmak istiyorum; elbette ki bütün insanların kapasitesi, yeteneği ve bilinç düzeyi aynı değildir; elbette ki güçlüler-zayıflar olacaktır ancak sorun farklı yetenekler sahip insanların toplum içersinde nasıl dizildiklerinde yatmaktadır.

Eğer insanları, inançlılar-inançsızlar, türbanlılar-türbansızlar, doğulular-batılılar, sağcılar-solcular diye sınıflayarak toplumdaki yerleşim düzenini belirlemeye kalkarsanız, toplumda karmaşa alır başını gider ve saydığım her küçük grup kendi devlet yapısını kurma çabası içerisine girer. Ki bu durum, toplumdaki düzensizliği sürekli olarak besler ve bir kısır döngü içersine sokar. Her grup kendi zenginini, kendi bürokratını yaratma peşinde koşar, o kişinin o yeteneklere gerçek anlamda sahip olup olmadığına bakmaksızın. Sonra da sistem sürekli olarak aşınır ve bir süre sonra da, oluşan arapsaçı durumdan işleyemez bir durum alır. Aynen Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşandığı gibi…

Şimdi gelelim asıl konumuza… İfade etmeye çalıştığım fırsat eşitsizliğini iki farklı biçimde değerlendirebiliriz: birincisi, kolayca tahmin edilebileceği gibi maddi anlamdaki fırsat eşitsizliği; ikincisi ise, kişilerin büyüdükleri çevreden kaynaklanan farklılıklardır ki bunlar, Türkiye’de Osmanlı’dan bu yana, felsefe ve sosyoloji gibi bilim dallarının toplumsal yaşantımızı yataylaştırmamızı sağlayacak özgürlüğe sahip olamamasından dolayı ortaya çıkmaktadır.

Eğitimde fırsat eşitsizliği var denildiğinde, duyanlarda ilk olarak kısaca “komünizm” kelimesini çağrıştıran maddi anlamdaki eşitsizlikten bahsetmek istiyorum. Aslında, bahsedilecek pek de bir şey yok. Çünkü son 25 yıllık süreçte yaşananlar, bence, eğitimin Osmanlıcılığın basit şekli olan <ı>Özalizm Tüneli içerisinde sokulduğu durumu tamamıyla gözler önüne sermeye yeter. Bir ülkede, insanların bir bölümü, evlerine belki girdirebildikleri birkaç asgari ücretle, ailelerini geçindirmeye çalışırken, diğer bir bölümü de çocuklarını özel okullara ceplerine koydukları binlerce YTL’lik cep telefonlarıyla yolluyorlarsa, 7-8 yaşındaki çocukları için günlük 750 YTL’ye doğum günü kutlaması için kulüpler kiralayabiliyorlarsa, fırsat eşitliğinden söz edebilir miyiz? Bu konuya fazla derinlemesine girmeden, ikinci fırsat eşitsizliği kaynağıyla da yazının sonraki satılarında iç içe geçmiş olarak değineceğimi düşünerek, adımı komüniste çıkarabilecek tehlikeli sulardan hemen uzaklaşayım. Ancak kimse bana şu klasik sözü söylemesin: “ Herkes çabası, kapasitesi ya da yetenekleri kadar kazanıyor ve doyuyor”.

Bunun böyle olmadığını hepimiz bal gibi biliyoruz; Türkiye’de eğitim sistemi ülkenin en ücra köşesinde, en modern kentin en lüks semtindeki kadar iyi olmadığı sürece bu eşitlikten kimse bahsedemez, bahsetmeye yüzü olmamalıdır ve insani duyguları, kişinin aklından bu tür sözleri hemen söküp atabilecek erdemi o kişiye sahiplendirebilmelidir. Elbette ki gelişmiş ülkelerde de bu tür farklar vardır, yalnız bu farklar bizdeki kadar uçurum boyutlarında ve insanları birbirine düşman edecek boyutlarda değildir. Çünkü oralarda, devlet bu görevini Anayasa’nın kendisine verdiği görev doğrultusunda en iyi şekilde yapmaya çalışmaktadır. Bizde ise, Muhteşem Liberal Turgut Özal döneminde eğitim de Özel Sektörün bir kazanç kapısı haline getirilmiştir. Devlet okullarına yeterli ödenekler ayrılamadığından, parası olanın okuyabildiği, ailelerin eğitimdeki yetersizliklerden dolayı bütçelerinin çok büyük bir kesimini dershanelere yatırdığı, Dünya üzerinde hiçbir ülkede görülmeyen çarpık bir yapı ortaya çıkmıştır.

Türkiye’nin son 25 yılında yaşananlara geçmeden önce, en son olarak okuduğum “Gelenekten Geleceğe” isimli İlber Ortaylı tarafından yazılmış kitabın ilk bölümünde dikkatimi çeken bir noktadan kısaca bahsetmek istiyorum. Çünkü orada okuyarak bulduklarımın, yıllardır dillendirdiğim gerçeklerle de uyuşuyor olmaları ve ülkede üretimin neden düşük olduğu, neden patent getiren buluşlar yapamadığımız ya da neden Dünya Bankası’nın Kemal Derviş imzalı raporunda dillendirdiği pazar olarak görülme kaderimizden kurtulamadığımızın cevaplarını saklamaları beni çok etkiledi. Aslında iki satırlık bir tespit, Sayın Ortaylı’nın yaptığı, ancak günümüzde de bu tespitlerin geçerliliğini koruyor olması, o iki satırda yazılanları yıllardır modernleşme mücadelesi veren Türk insanının içselleştiremediğinin de acı bir göstergesi. Ki bu içselleştirememişlik, bu yazının konusu olan “eğitimdeki fırsat eşitsizliği”ne de yol açmış ve bunun sonucu olarak da, toplumsal yapımıza tümden zarar veren bir kene halini almıştır.

Osmanlı Tarihçisi İlber Hozcamı, kitabının Modernleşme ve Doğululuk-Batılılık Çekişmesi başlıklı ilk bölümünde 19. yy sonlarında Osmanlı’da yaşanan modernleşme akımlarından ve bunlara karşı inşa edilen toplumsal dirençlerden bahsediyor. Söz konusu dönemde, Batıdaki özgürlüğün ve kültürel gelişimin Türklere, askeri-teknik gelişmelerden daha az etki yaptığı vurgulanmış. Türkiye’de tarih, tarih felsefesi, sosyoloji ve edebiyatın, tıp ve mühendislik alanlarındaki kadar gelişmediğini, bunun nedenin de Osmanlı İmparatorluğu’nun geri teknolojisi ve ekonomisinden çok, toplumda yaygın olarak hissedilen siyasal ve sosyal baskı olduğuna vurgu yapmış Sayın Hocamız. “<ı>Yani idarenin baskısı kadar, kapalı toplum yapısı içindeki okul, cami, tekke ve aile gibi grupların nefes aldırmazlığı” şeklindeki izahatıyla sonlandırmış, benim de dikkatimi cezbeden kısmı.

İşte günümüz Türkiye’sinde de, sosyal baskıyı oluşturan okul, cami, tekke ve aile benzeri grupların etkisinden ve toplumdaki yataylaşmanın eksik olmasından dolayı her bir ferdin kendisini korumak için üzerine, diğerleriyle eşit şartlara sahip koruyucu şemsiyeler açamaması sonucunda, elimizdeki değerleri daha çiçek açamadan kaybetme gerçeğini sürekli olarak yaşanmasına neden olmaktadır. Bu durum, Turgut Özal’la başlayan Yeni Osmanlıcılık akımı sayesinde son 25 yılda, ülkenin kentlileşmesi sürecinde daha belirgin olarak ortaya çıkmış ve sorunları daha da ağırlaştırmıştır. Kırsal kesimden ya da muhafazakâr aile çevrelerinden gelen gençler, çocuklar bu koruyucu şemsiyeyi açabilecek mücadele yetisine veya özgürlüğüne sahi olamadıklarından, kendi kapasitelerini kullanamadan, kendilerinden daha aşağı seviyede insanların güdümüne girerek (kullaşarak), kendi iç dünyalarına küsebilme gerçeğiyle karşı karşıya kalabilmektedirler. Aynı durumda, kentli kültürü almış, muhafazakâr dünya görüşünün doğrularının kendi aklını, beynini esir almasına izin vermeyen bir başka şahıs, daha yetersiz olsa dahi çok çabuk yükselebilmektedir.

Bence, çocuğu doğduğu andan itibaren çepeçevre saran aile ortamından başlayarak, bir bilinçlenme, aydınlanma ve özgürleşme yaşanmadığı sürece, ilköğretimde, ortaöğretimde ya da yükseköğretimde yapılacak reformlar sonuç verememe tehlikesi ile karşı karşıya kalacaklardır. Toplumsal düzeni sağlaması için getirilecek kanunlar, yazılı oldukları halde kullanılmadan raflarda kalmaya mahkûm olacaklardır. Yani, muhafazakâr dünya görüşünün doğrularının kişinin beynini, aklını ve ruhunu esir alarak, onun üretimini sınırladığı gerçeği kabul görmeden, bu ülkede ne bilimsel üretim yapılabilir, ne teknolojik gelişime katkı da bulunulabilir, ne mutlu ve sağlıklı yeni nesiller yetiştirilebilir. Ne de Kemal Derviş’in de içinde bulunduğu bir komisyonca yazılan Dünya Bankası raporuna, makûs talihimizmiş gibi yazılan pazar olma/olarak görülme gerçeğinden kendimizi kurtarabiliriz.

Son 25 yıldır yaşananlar bir defa daha göstermektedir ki, Osmanlı’nın son dönemlerinde batıdan etkilenen aydınların yapmaya çabaladıkları, ancak Mustafa Kemal’in eşsiz dehasıyla birleşerek ortaya bir ok gibi çıkan modernleşme hareketi olmadan, bu ülkede gelişme sağlanamaz. Yani, Osmanlıcılık oynamaya çalışarak; yani, daha o günlerde hasta adam olarak anılan ve tarih sahnesinden silinmek üzere olan Osmanlı İmparatorluğu’nun varisi gibi davranarak bu ülkeye hizmet edilemeyeceğini artık görme zamanı geldi… Çünkü İlber Hoca’nın belirttiği gibi İmparatorluğun parçalanmasına neden olarak Meşrutiyeti gören Abdülhamid’e göre İmparatorluk, Türklerin felsefe, tarih okumamaları ve öğrenmemeleri sayesinde kurtulacaktı, ama diğer milletler her şeyi okuyorlardı. 1980’den sonra Türkiye’de felsefe ve sosyoloji türünden bireyi geliştiren öğretilerin yerine, en yoğun şekilde dini öğretinin yerleştirilmeye çalışılması da Osmanlı’nın o dönemlerini hatırlatan davranış şekilleri olarak karşımıza çıkıyorlar.

Son 25 yıldır yaşananlar bir defa daha göstermektedir ki, bu ülkede, açık-gizli her türlü muhafazakârlıkla mücadele edilerek, bireyler sadece devlet karşısında değil, toplumsal yaşam içinde de diğer fertlerin baskılarından kurtarılmadan, yani Osmanlıcılık akımı terk edilmeden gelişme ya hiç olmayacak ya da düzensiz olacaktır.

Son 25 yıldır yaşananlar bir defa daha göstermektedir ki, bu ülkede, fırsat eşitsizliğinin en fazla etkilediği eğitim alanı, Anayasa’da yazıldığı gibi devletin güvencesi altına alınıp, mümkün olan en yaygın şekilde ve eşit olarak yapılmadığı sürece, toplumsal sorunlar gündelik yaşantımızı tehdit etmeye devam edecektir.

Toplum içerisinde kafası, ruhu daha özgür, aklını daha serbest kullanabilen, bunun yanında da devletin kurallarına daha fazla saygı gösteren aydınlanmış vatandaşların güzel yurdu, vatanımızda yaşayacağımız güzel günlere ait rüyalarımızın bir an önce gerçekleşeceğine dair umudumu da sizlerle paylaşarak bu yazımı da burada noktalıyorum.

 
Toplam blog
: 128
: 898
Kayıt tarihi
: 26.01.07
 
 

Kimim? Nereden gelir, nereye giderim?29 Kasım 1970 tarihinde Türkiye'nin Doğu-Batı geçiş yolunun en ..