- Kategori
- Tarih
Türkler göçebelik yüzünden mi geri kaldı ?

Orta Asya Türk minyatürü
Yabancı ve yerli bâzı târihçi- yazar, Türklerin çağdaş medeniyette geri kalışını, toplumsal bâzı eksikliklerini göçebe bir toplum olmalarına bağlıyor.
I.Türklerin göçebe bir toplum olduğunu ileri süren târihçi ve yazarlar
Bu târihçilerden İngiliz Arnold Toynbee(1889-1975) “ Türkiye- Bir Devletin Yeniden Doğuşu” isimli eserinde(1) Osmanlı Devlet kurumlarının dayandığı iki kaynaktan birinin göçebelik, diğerinin İslâmiyet olduğunu söylüyor.
Toynbee’ye göre göçebelik sistemi nedir?
“Göçebelik çok gelişmiş ve çok sıkı örgütlenmiş bir hayat şeklidir. Göçebelerin steplerde yaşamını sürdürmek için geliştirmiş olduğu disiplin ve örgütçülük onu, önünde durulmaz bir kuvvet haline getirmiştir. İlk başta, kendi şartlarına yabancı bir çevre içinde tarımcı ve tüccar toplumlara savaş açmakta ve bunları egemenliği altına almaktadır. Bu yabancı çevre içinde göçebenin enerjisi, daha sonra sürüleri yönetmekten bir imparatorluğu yönetmeye dönmektedir. Ayrıca bütün insanların yaptıkları gibi, karşılaştığı bu yeni problemleri geçmişte edindiği tecrübeleri uygulayarak çözmeye çalışmaktadır. Kendisini hâlâ bir çoban olarak görmektedir, ama bu defa hayvanların değil, insanların çobanı olarak. Koyunlarla sığırlardan daha yumuşak başlı olan bu insan sürülerini kontrol altında tutabilmek için de önceleri köpekleri sonra develerle atları eğitmesi gibi, insanlar arasından seçtiği “çoban köpeklerini”yetiştirmektedir. Kendisine yardım edecek bu tür insanları yetiştirmek için de vaktiyle atalarının yardımcı hayvanları yetiştirmede harcadığı enerjiden daha çoğunu tüketmekte ve dolayısıyla daha büyük fedakârlıklarda bulunmaktadır. Bilinen bütün göçebe imparatorluklarında uygulanan sistem bu olmuştur ve Osmanlılar bunu kendilerinden öncekiler ve zamanlarındakilerden çok daha etkili bir biçimde uygulamışlardır. Bunun nedeni küçük bir azınlık teşkil etmeleri, egemenlikleri altına aldıkları ulusların daha zeki ve çok daha uygar olmaları ve böyle bir ortam içinde korunmak amacıyla daha büyük çabalar harcamalarıdır.”(s.36-37)
Toynbee Osmanlı’daki bu gelişmiş göçebe sisteminin çöküşünü şu iki sebebe bağlamaktadır; ”Birincisi, steplere özgü bir yaşama biçimini- bu biçim ve çevre içinde en ekonomik olanı ve tek yaşama imkânı verenidir.-kırlar ve şehirler dünyasına yerleştirmeye çalışmak teşebbüsüdür. Oysa bu biçim, yeni çevre içinde ekonomik değildir ve hem gelişmiş, hem de kendi kendine yeter hale gelmiş toplumu çok önceleri geçirmiş olduğu bir döneme geri çevirmek demektir. İkincisi, insanlarla ilişkilerde, hayvanlarla olan ilişkileri örnek alıp bunları insanlara kütle halinde uygulama teşebbüsüdür.”(s.38)
Toynbee, Türk’e “ Hasta Adam “ sıfatının takılmasına karşı çıkarak, Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve Millî Mücadele’den sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla Türk’ü “ Deri değiştiren yaratık “ olarak görüyor.(s.32) Bu sözle bile Türklere nasıl baktığını ortaya koyan bu İngiliz tarihçinin Türkiye ve Türkler hakkındaki görüşlerine şüphe duymadan nasıl bakarız?
Bir başka İngiliz, günümüz tarihçi-yazarı Jason Goodwin “ Ufukların Efendisi Osmanlılar” isimli eserinde(2)Türklerin kökenini ve yükselişini şöyle anlatıyor: “ Büyük Avrasya Bozkırı, Çin sınırından Karadeniz sahillerine kadar uzanan bodur çalılıklar ve tüy gibi otlarla kaplı bir bölgedir. Bozkırda, çadırlarda yaşayan ve bozkıra mahsus kısa boylu, dayanıklı Türk atlarına binen yerleşimciler, sürüleriyle birlikte otlaklara yayılmıştır. Burada at ilk kez MÖ 3. bin yılda evcilleştirilmiştir. Oymaklara ve boylara ayrılmış bu halklara genellikle Türkmen denir. Kıtlık zamanlarında, açlıktan kırılırken göçebeler kendilerine çıkış yolu aramışlardır. Bozkırı aşıp uzaklardaki yerleşik topraklara akın eden bir savaşçı seli yaratma eğilimi, muhtemelen iklimle açıklanabilir. Sarsıntılar, dalgalar halinde bu büyük kuru okyanusun bir ucundan öteki ucuna ulaştı. Sık sık çiftçilerin tepesine binenler kıtlık kurbanları değil, daha çok yolun gerilerindeki bir patlamadan dolayı yerlerinden olmuş insanlardı. Türklerin yolları 8. Yüzyılda batıya böyle çevrildi.(s.15)
Batılı diğer tarihçilerin Türklerin kökeni ve medeniyeti konusunda yazdıkları bunlardan farklı değil. Zira Hammer’ den David Nicolle’ye kadar birçok yazar Anadolu’ya gelen Türklerin yalnız göçebe olduklarını ortaya koyarak ve sanki binlerce yıl bu şekilde yaşadıklarını anlatarak, bunu medenî bir toplum olmamalarına dayanak yapıyor. Peki, bu Türkler, Anadolu’ya gelişlerinden kısa bir müddet sonra Ortaçağ’ın en yüksek medeniyetlerinden olan Anadolu Selçuklu Devleti medeniyetini nasıl kurdular? Türkler Selçuklu’da ve daha sonra Osmanlı Devleti ile daha medenî oldukları söylenen halklara 600 yıl nasıl hâkim oldular?
Yerli bir yazar, Demirtaş Ceyhun “Ah şu biz göçebe Türkler” isimli eserinde (3) geri kalmışlığımızın bütün suçunu göçebe ve arkasından köylü bir toplum olmamızda görüyor; hatta Orta Asya’daki eski Sovyet, şimdiki Türkî Cumhuriyetlerinde komünizmin çöküşünü bile onların göçebeliğine bağlıyor. Ceyhun, Osmanlı Toplum yapısında göçebeliği marksist kavramlarla açıklamaya çalışıyor, hatta bir zamanlar Türkiye’de sol ve Marksist çevrelerde uzun uzun ve anlamsız bir şekilde tartışılan“ Asya Tipi Üretim Tarzı’ na” sayfalar dolusu yer veriyor. Ceyhun, “Göçebe” kavramının karşılığını ve eski Türklerin durumunu İsmet Zeki Eyüboğlu’nun etimolojik sözlüğünden şöyle aktarıyor; “ Eski Türklerde, belli bir yerde uzun yerleşme yaşamı yoktu. Ulus çadırlarda yaşar, yazın yaylakta, kışın kışlakta otururdu. Evler oba denen çadır biçimindeydi.” (s.118) Ceyhun, Türklerin Anadolu’ya gelmelerinden sonra göçebe aşiretlerin merkezi devlet tarafından bazı bölgelere zorla da olsa iskân edilmesini de beğenmiyor. Bu müdahaleleri “ceberut” devlet yöntemi olarak görüyor ve“ insanları silâh zoruyla yıldırmak, sindirmek hatta bir yerlere hapsetmek belki söz konusudur. Ama toplumların üretim biçimlerini ve ilişkilerini zorla değiştirebilmenin gerçekten olanağı var mıdır acaba?” diye soruyor. (s.118)
Bugünkü Türk toplumuna ve geçmişe bakarak, Türklerin grup davranışlarını ve göçebeliğin Türklerin ruhunda bıraktığı izleri araştıran Doç. Dr. Erol Göka ise; “ Türklerin Psikolojisi” isimli eserinde (4); trafik keşmekeşimiz, lüks ve şatafat düşkünlüğümüz, şehirlerimizde modernlikle bağdaşmayan uygulamalar, kültürel konulara ilgisizliğimiz, çevreye duyarsızlığımız,”göç yolda düzülür” mantığından gelen plansızlığımız, yazılı kültür yerine sözlü kültürü tercih edişimizi, piknik ve mangal tutkumuzu, hatta “Nerelisin hemşerim?” sorumuzu bile göçmenliğimizin belirtileri olarak sayıyor. Erol Göka göçün psikolojisini şöyle açıklıyor; “Göçebe, yarın buralardan çekip gidiverecek gibidir; zihinde denkleri hep sarılı, kervanı her an hazırdır.”(s.108)
Yukardan beri alıntı yaptığım tarihçi- yazarlara göre Türkler geçmişte medenî olmayan, göçebelerdir ve günümüzde de ruhları bu göçebeliğin derin izlerini taşımaktadır. Türkler gerçekten bir türlü göçebelikten kurtulamamış bir toplum mudur? Bu konuya farklı bakan târihçi ve yazar yok mudur?
II. Türklerin göçebeliği konusuna farklı bakan târihçi ve yazarlar
Prof. Fuat Köprülü “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu” isimli eserinde(5 ) XIII. asırda Anadolu Türklerini üç ayrı grup halinde ele alıyor. Bunlar; A) Göçebeler B) Köylüler C) Şehirlilerdir.
“A)Göçebeler; ayrı ayrı yayla ve kışlaklarda yaşayan göçebe, daha doğrusu yarım göçebe unsurlardır.Bunlar kendi ihtiyaçları kadar biraz tarımla meşgul olmakla beraber, özellikle hayvan sürülerini, o zamanlar Anadolu’nun pek meşhur olan atlarını yetiştiriyor ve halılarını dokuyorlardı. Belli kışlak ve yaylakları olan bu göçebe aşiretlerini babadan oğula geçen reisleri yönetiyor, savaş zamanları orduya katılıyor ve hudutlarda yararlılık gösteriyorlardı.
B) Köylüler; Fuat Köprülü burada Türk târihi araştırmalarında yapılan bir yanlışa işaret ediyor. Horasan’da büyük Selçuk saltanatının kurulması ile başlayan büyük göçün Anadolu’ya getirdiği unsurlar, yalnız göçebe unsurlar değildir; Anadolu’ya gelen Türkler arasında Orta Asya’da çok eski zamandan beri köy hayatına, hattâ şehir hayatına geçmiş her çeşit halk vardı. Köylüler, Anadolu nüfusunun önemli bir kısmını meydana getiriyordu, diyor.
C)Şehirliler; kültür bakımından en ehemmiyetli olan şehirli unsurdur. Anadolu Selçuklu Devleti siyasi ve askeri bakımdan durumunu güçlendirdikten sonra, güneyde ve kuzeyde denize çıkmış, sürekli bir yönetim örgütü kurmuştu. Bunun sonucu olarak, yalnız iç ticaretin değil, dış ticaretin gelişmesi ve hükümdarların ticareti himaye etmesi konusunda kuvvetli önlemler almaları, şehir hayatının gelişmesine sebep oldu. Sivas, Konya ve Kayseri kadar önemli olmamakla beraber, Erzurum, Harput, Amasya, Tokat, Niğde, Niksar, Kırşehri, Aksaray, Ankara’da önemli şehirler olarak sivrildi. Bu şehirlerdeki nüfus, dönemin ünlü gezginleri Batuta ve Kazvini’ye göre Türkmenlerdir.(s.46-60)
Fuat Köprülü, XIII. Yüzyıl Anadolu Türk Toplumunu medeniyet bakımından, sosyal iş bölümü, iktisadî gelişmişlik açısından o çağın en ileri toplumlarından biri olarak görmekte ve o toplumun fikri seviyesini şöyle değerlendirmektedir;” Selçuk Anadolusu, mânevi kültür bakımından da oldukça yüksek dereceye erişmiştir; çocuklara okuma yazma öğretmek maksadıyla her mescid yanında te’sis edilen ilk mekteplerden başka, her tarafta medreseler yapılmıştı.12.asır yarısından itibaren burada başlayan fikri hareketler 13.asırda birtakım büyük şahsiyetler yetiştirmişti. (s.65) Köprülü, bunlardan sadece Mesnevî’nin ölmez şairi Mevlânâ’nın adını anmakla yetiniyoruz, demektedir.
Târihçi Prof. Dr. Cengiz Orhonlu ise; “ Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretlerin İskânı” isimli önemli eserinde(6) Türkiye’de göçebe aşiretlerin devlet eliyle yerleşik hayata geçirilmelerini araştırmıştır.
Orhonlu, Türk göçebeliği hakkında Prof. Fuat Köprülü’nün yukardaki görüşlerine yakın olarak verdiği bilgilerden başka, 1691- 1696 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğunda gerçekleştirilen iskân siyasetini şöyle anlatıyor; “Osmanlı İmparatorluğu’nun teşekkülü târihi, göçebe Türk oymaklarının boş toprak bularak yayılma ihtiyacının da doğurduğu bir askerî istilâ olup, bu kalabalık nüfusun yer ve yurt değiştirmesi ve yeni ülkelerde vatan kurma faaliyeti târihi olarak kabul edilmektedir.”(s.28)
Prof. Orhonlu, Osmanlı Devleti’nin iskân ve yerleşme siyaseti metodlarını Prof. Ömer Lütfi Barkan’ın bu konuda tanınan yazılarından alıntı yaparak açıklamaktadır. Buna göre: ” Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerinde, batıya doğru yerleşmede, birçok köylere isimlerini veren, boş ve ıssız yerlerde yerleşip, oraları imar ve iskân edip, dervişler ve onların faaliyet merkezi olan zaviyeler kendiliğinden bir kolonizasyon ve iskân hareketini temsil ediyordu.”
“Devlet lüzum gördüğü zaman mükellefiyetleri olmayan halkın üzerine mükellifiyetler koyduğu gibi, onları icap eden yerlere yerleştirmek üzere gönderebilirdi. Rodos adası feth edildiği zaman, adanın şenlendirilmesi için memleketin muhtelif yerlerinden bazı kimseler, bir nevi insan vergisi şeklinde adaya sürgün edilmişlerdi. Aynı şekilde Kıbrıs’ın fethinden sonra bu usule müracaat edilerek adaya sürgün yapılmıştı.”
“Osmanlı İmparatorluğunda, konar-göçer halk yalnız hükümet baskısı ile yerleşmemişlerdir. Zamanla kendileri de yerleşmek ihtiyacını hissederek kendilerine uygun yerlerde yerleşmişlerdi. Yerleşik hayatın kendilerine cazip gelmesi ile birlikte, devam edegeldikleri konar-göçer hayatın iktisadi bakımdan kısır oluşu onları buna zorlamıştır.”
Cengiz Orhonlu, araştırmasında bu Osmanlı iskân siyaseti ile Anadolu ve Balkanların kuruluştan itibaren nasıl Türkleştiğini, aşiretlerin nasıl yerleştirildiğini isim, tarih ve yerleriyle açıklıyor. 17.yüzyıl sonunda aşiretlerin devlet tarafından bir iç iskân unsuru olarak sistemli olarak yerleştirilmeye başlanması da tapu tahrir defterleri ve kanun-nâmelere dayanılarak belirtiliyor.
Fransız tarihçi Jean Pal Raux’da “Türklerin Tarihi, Büyük Okyanus’tan Akdeniz’e iki bin yıl” isimli eserinde(7) Anadolu’da Türklerin kurdukları kent uygarlığı hakkında önemli bilgiler vermektedir. Ona göre;” Müslümanlık bir kent uygarlığıdır ve kentler Türkleri her zaman çekmiştir. Türkler Anadolu’da tamamen kentlileşmişlerdir. Kent yaşamı hem politikada, hem de ekonomi de önemli rol oynadı. Gazneliler başkentleri Gazne kentine büyük önem kazandırdılar. Bu kentin belki de 1 milyon nüfusu vardı. Öte yandan İsfahan Büyük Selçuklular için bir kültür merkeziydi. Anadolu’da birçok önemli kent vardı. Konya, Kayseri, Sivas, Ankara böyle şehirlerdir. XIII. Yüzyılın ilk yarısında Simon Quentin Selçuklu Devleti’nin yüz kenti, İbni Said ise Selçuklu Devleti’nde valisi, kadısı, camisi ve hamamı olan yirmi dört kenti olduğunu belirtir. Selçukluların başkenti Konya on binlerce nüfuslu geniş bir alanı kaplayan bir kentti.(s.175)
III. Anadolu’ya gelmeden önce Türkler
Türkler yüz yıllar boyu “Gökyüzü çadırımız” diyerek cihangirlik davası gütmüş, son bin yılda “İlâ-yı Kelimetullah’ı”(Allah’ın adını yayma ve yükseltme) kendilerine rehber edinmiştir. Daha sonra Osmanlılarda bu cihangirlik ülküsünün adı “ Kızıl Elma” diye ifade edilmiştir. Türkler bu sebeple geniş ülkelere sahip olmuşlardır. Türkler 9.yüzyıldan 14.yüzyıla kadar Orta Asya’daki büyük medeniyetleriyle hem Asya’yı aydınlattılar, hem de insanlığın ufkunu genişlettiler. Anadolu’ya gelmeden önce Türklerin, barbar, medenî olmayan, hayvan sürüleri peşinde koşan çobanlar olmadığı Orta Asya’ da kurdukları Semerkant, Buhara, Horasan, Meraga, İsfahan, Meşhed, Tus, Herat, Nişabur, Tebriz gibi büyük kültür merkezleri olan şehirlerinden bellidir. O yüzyıllarda Avrupa karanlıklar içinde iken, bu şehirlerde yetişen Orta Asya Türk medeniyetinin iz bırakan bazı büyük isimlerini sayalım; Harezmi; Türkistan’da doğdu. İlk büyük Müslüman matematikçidir. 800- 847 yılları arasında yaşadı. Matematiğin yanında coğrafya ve takvim konularında orijinal buluşları vardır. Cebir diye adlandırılan matematik dalı onun bir kitabındaki el- cebir kelimesinden gelir. İmam Buharî; 810 ‘da Buhara’da doğdu. İslam dininin en büyük hadis bilgini sayılır. 870 yılında vefat etti. Fârâbî; 870 yılında Türkistan’da doğdu. Filozof, bilim adamı, mantıkçı, gökbilimci ve müzisyen. 950 ‘de vefat etti. Bîrunî; Harzem’in Kas kasabasında doğdu. 973-1050 yılları arasında yaşadı. Onun ilgi alanı astronomiden, coğrafyaya, jeolojiden, fiziğe, botanikten tarihe, edebiyattan dinler ve mezhepler tarihine kadar hayatın bütün alanlarını kuşatıyordu. Öldüğünde arkasında 150 kitap bıraktı. 70’i astronomi, 20’si matematik ve 18’i edebiyata aitti. Günümüze kadar ulaşabilen eser sayısı 27’dir.Ünlü bilim tarihçisi Sartoy onun yaşadığı yüzyıla Bîrunî yüzyıla vermiştir. İbn Sina; 980’de Buhara yakınlarında bir köyde doğdu. Tıp ve felsefede değişik alanlarda 200 eser yazdı. Modern bilimin kurucusu, hekimlerin önderi olarak tanınır.1037’de vefat etti. Kaşgarlı Mahmut; 1008- 1105 yıllarında yaşadı. “Divân-ı Lügat-it Türk” adlı, Türk dilinin ilk büyük ansiklopedik sözlüğünü hazırladı. Yusuf Hashacib; 1018 yılında Balasagun’da doğdu.”Kutadgu Bilig” isimli siyaset ve hukuka ait Türk düşüncesinin ilk önemli eserini yazdı. Ahmet Yesevî; 1093-1166’da yaşadı. Türk islâmının büyük mutasavvuf ve şairidir. Abdülkadir Meragi; ölümü 1435 büyük müzik alimi ve betekârıdır. Uluğ Bey; 1394-1449 yılları arasında yaşayan bu ünlü Türk bilgini Semerkant’ta bir rasathane kurdu. Ali Şir Nevaî; 1441-1501 Türkçe'nin büyük dil bilgini.
Bütün bu isimler Türklerin büyük bir medeniyete sahip olduğunu göstermiyor mu? Göçebe,barbar bir toplum bu isimleri nasıl çıkarır?
IV.Sonuç
Bugün bizim kayıtsız kaldığımız geçmişimizden, oluşturduğumuz büyük medeniyetten haberimiz yok. Onun için kendi târihimizi bilmiyoruz. Başkalarının hakkımızda söylediklerini kabul edip, onların hikâyelerini, deneyimlerini önemsiyoruz.
Kaynakça;
1) Prof. Arnold Toynbee, Türkiye, Milliyet Yay, Çev.K.Yargıcı,İstanbul, 1971
2) Jason Goodwin, Ufukların Efendisi, Sabah Kitapları, Çev. A.Anar, İstanbul,1999
3) Demirtaş Ceyhun, Ah Şu Biz Şu Göçebeler, SisÇan Yay, İstanbul,1999
4) Doç. Dr. Erol Göka, Türklerin Psikolojisi, Timaş Yay. İstanbul,2008
5) Prof. Dr. Fuat Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu,TTK, Ankara,1998
6) Prof. Dr. Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretlerin İskânı, Eren Yay,İst, 1987
7) Jean – Paul Roux, Türklerin Tarihi, Milliyet Yay,Çev.G.Üstün,1995
Şubat/2015