- Kategori
- Anılar
Tutanaklar: 17 Aralık
17 Aralık 2007, Pazartesi: Tam Eminönü iskelesine adımımı atmıştım ki Ethem aradı;
“Biz çorbamızı bitirdik sen neredesin?” dedi,
“Geliyorum, iskeledeyim“ diye yanıtladım.
“Sarıoğlundayız“ dedi.
Yüksel Abi’yle karşılıklı oturmuşlardı. Saçları bayağı kısalmıştı;
“Hatice Hanım bayağı sökmüş berberlik işini” dedim gülerek.
“Ne demezsin” diye yanıtladı, o da gülüyordu.
Yüksel Abi, şaşırmıştı;
“Hatice hanım mı kesti saçlarını? Valla bravo” dedi.
Elektrikli tıraş makinesini bir ay kadar önce Tahtakale’den birlikte almıştık.
Ethem;
“Cuma günü Mösyö Piyero’ya imzalattığım on lirayı kullanmışım, eve gittim çocuklara göstermek istedim yoktu” dedi.
Mösyö Piyero’ya illüzyon gösterisinde kullandığı on lirayı imzalatmıştı. O sırada Hayriye geldi;
“Ben aslında tokum, yazıhaneye uğradım, Mustafa Abi’nin müvekkili gelecekmiş beni buraya gönderdi” dedi. Ethem;
“Sen yine de bir şeyler ye “ dedi. Hayriye bir taze fasulye ısmarladı, üstüne bol pul biber serptiği bir de pilav yedi.
“Biliyor musun Verşan Abi ben sigarayı bıraktım” dedi.
“Aferin, buna sevindim, kaç hafta oldu ?” dedim.
“Daha hafta olmadı, iki gün önce bıraktım, senin yöntemini uyguluyorum, çok etkili oluyor” dedi,
“Arada dayanamadım mı bir tane yakıyorum, ama iki günde sayısı üçü geçmez” diye ekledi.
“Çok iyi, bir tane yaksan bile yapamıyorum diye vaz geçme , iki hafta sık dişini, her geçen gün kurtulmaya daha fazla yaklaşacaksın “ dedim.
“Sana bir şey soracaktım ama unuttum” dedi.
“Boş ver hatırlayınca sorarsın “dedim .
Yazıhaneye çıktık. Ethem ;
“Yarın yoksun, nolur şu takibi hazırla” dedi. Adalet Bakanlığı’nın UYAP adındaki yargı ağı projesi uygulanmaya başlanmıştı ve son zamanlarda bu nedenle epey rağbetteydim. Hiç biri sistemi tam sökememişti, bilgisayardan anlamadıklarına dair bir önkabulleri vardı ve bu önkabul benim de çok iyi anladığıma dair bir başka kabulü de ihtiva ediyordu. Bu nedenle bürolarına bir yazıcı almaktan, yazıcının kartuşunun değiştirilmesine, e-maillerinin neden açılmadığına, hatta e-mail gönderimine kadar tüm hususlarda danışmanlık vermekte idim.
“Hazırlarım merak etme” dedim Ethem’e ve takibi hazırlayıp flash diskine yükledim.
Çantamı toparladım, Atila Bey’in kapısından içeri başımı uzattım, Akın Bey de ortada idi. El sıkıştık.
“Siz hala gitmediniz mi tatile ?“ dedim,
“Bayram tatili ile birleştireceğim” dedi.
Memleketi Milas’a gidip dağlarda dolaşacaktı, çok bunalmıştı, dağda giyebileceği kar giysileri arıyordu.
“Ben yarın yokum , Çarşamba zaten yarım gün, gelmem o nedenle şimdiden bayramınızı kutlayayım” dedim. Bayramlaştık.
“Yarın keşfin vardı değil mi ?“ dedi Yüksel Abi asansörü beklerken.
“Evet Abi” dedim,
“Keşfim var, tuhaf bir keşif.”
Aslında sıradan bir keşifti, ama sıra dışı bir şekilde gelişmişti, önce Pendik’e gitmesi gerekirken evrak Tuzla’ya gönderilmişti. Orada önce farkına varmamışlar, kayıt edip numara vermişler, gün tayin etmişler son anda kendi bölgelerinde olmadığı ortaya çıkınca bütün işlemler iptal edilmiş bu arada ben de üç kez Tuzla’ya gitmek zorunda kalmıştım. Sonra elden gönderilmeme kuralı yüzünden posta ile evrak Pendik’e gönderilmişti. Orada gün tayin edilmiş, taraflara tebligatlar çıkartılmıştı. Daha sonra tayin edilen günün arife günü olduğu anlaşılmış, taraflara telefonla ulaşılarak keşfin bir gün önceye çekildiği bildirilmişti. Bunlar aynı dosyada üst üste rastlanılacak aksilikler değildi, yine de olmayacak şeyler değildi.
Olmayacak olan Alem Bibi ‘nin ortaya çıkışı idi.
Tuzla’ya üçüncü gidişimde arabayı adliyenin karşısındaki bir ara sokağa bırakmıştım. Öğleden sonraydı, işim bitince anneme uğrayıp eve döndüm, annemden ayrılırken bir ara arabanın alt tarafından korkmuş yavru kedi sesi gelmişti ama annemin bahçesinde konuşlanan kedi klanından siyah beyaz benekli olan arabanın altından çıkınca ve arabanın altına bakıp da boş olduğunu görünce pek aldırış etmeden arabaya binmiş, benekli kediyi de yavru kedi sesi çıkarttığı için içimden ayıplamıştım. Eve döndüm. Üç dört saat geçtikten sonra bir nedenle bahçeye indim, Maral da Paşayı serbest bıraktı. İşte o anda bir yavru kedinin miyavlamalarını-ki buna feryat demek daha doğru olacaktı- duyduk. Ses duvarın arkasından , bitişikteki metruk evin bahçesinden geliyordu. Doğru oraya koştuk, birkaç haftalık tekir bir yavru kedi bizi görünce hemen bize doğru geldi, o sırada Paşa da onu fark etmiş üstüne yönelmişti, çok korkan yavru sırtını kabartmış, sürekli tıslıyordu. Paşa merakla burnunu ona doğru uzattı. Kedilere alışıktı ve onlarla iyi geçinirdi. Ama ne var ki yavru bunu bilmiyordu, minik pençesini Paşanın burnuna geçirdi, Paşa “iiyk” diye bir ses çıkarttı, ama yine hamle etti. Maral Paşa’yı boynundan yakaladı. Ben yavru kediyi aldım. Çok ufak ve zayıftı. Avucumun içerisinde kalbi gümbür gümbür atıyordu. Kaburgalarını hissediyordum , birer kibrit çöpünden daha kalın değillerdi. Eve götürdüm, tırnakları ile elime sıkıca tutunmuştu. Bir yandan da mırlamaya başlamıştı ( bu özelliğini hala koruyor dokunduğunuz anda mırlamaya başlıyor). Kedi maması verdim. Büyük bir iştahla yedi. Yeniden koydum önüne mama, onları da yedi. Sonra onun nereden çıktığını sorgulamaya başladım. Tabii hemen annemin evinin önünde olanlar aklıma geldi, sesin gerçek sahibini bulmuştum. Bu arada Maral yavruyu kucağına alacak oldu, mırıltıları duyar duymaz bana uzattı;
“Nolur al bunu dedi, sonra dayanamam, ayrılamam.”
Onu ne yapacağımızı düşünmedik bile, Maral kedi taşıma kutusunu çıkarttı , içine koyduk bu ince kara kuyruklu, sıska , ufak yavruyu, arabaya atladık , doğru anneme gittik. Eve almamız imkânsızdı, zira evde tam altı kedi vardı ve bunların önümüzdeki yaz biri içeride kalacak, diğerleri ise bahçede barınacakları bir yer yapıldıktan sonra evin dışına alınacaklardı. Maral ile bu konuda anlaşmıştık ve aksi durum casus belli olarak kabul edilecekti.
Annemin bahçesindeki kediler bizim arabayı görünce her zamanki gibi koşup geldiler. Arabada her zaman onlar için bir paket kuru mama bulunurdu. Yavruyu çıkartıp aralarına koyduk, hepsi aynı tepkiyi gösterdiler. Tıslayıp dişlerini gösterdiler. Yavru buraya ait değildi. Zavallıcık gitti bahçenin bir kenarına oturdu, tüylerini hafifçe kabarttı, kuyruğunu ön ayaklarının etrafına doladı. Çok dokunaklı bir görüntüsü vardı. Onu orada ölüme terk etmemiz imkânsızdı. Tekrar eve döndük. Tuzla’dan tamponun içine girmiş olmalı idi her halde. Eve gelirken kimi zaman yüz kilometrenin üzerinde sürat yapmıştım. Nasıl da düşmemişti ?
Bir mucize gibiydi onun gelişi. Yerden öyle bir bakıyordu ki yüzüme, birisini hatırlattı bu bakış;
“Adı Alem Bibi olsun dedim, dünyanın kızı demek, hani o Afganistanlı yeşil gözlü kızın adı”