Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Temmuz '11

 
Kategori
Felsefe
 

Ulus-Devlet: Gericiliğin ana rahmi!...

Öncelikle bu iki kavramın tarihsel oluşumunu doğru okumak gerekiyor. Ondan sonra bunların bir araya gelişini ve sonuçlarını değerlendirmemiz gerekiyor.  

Devlet: Tüm klasik bilgiler ve belgeler devletin ortaya çıkışını, insanın sosyalleşmesi ve bilinçli üretiminin seyriyle açıklamaktadır.İlk toplumsal iş bölümünü göz önüne aldığımızda aynı zamanda ilk devletin de temellerinin atıldığını görmekteyiz. Öncelikle kan bağına dayanan klan devleti oluşmuş sonra bu oluşum, tarımın gelişimiyle şehir devletine dönüşmüştür. Şehir devletlerin dayanışması veya çıkar birliklerinden şehir devlet federasyonunun sonrasında da imparator devletin oluşmasını görmekteyiz. Ancak özellikle Avrupa’da imparator devletlere evrilemeyen feodal beylik federasyonları, kapitalizmin gelişimine paralel olarak “ulus devlet”e evrilmişlerdir.  

Devlet, tarihsel olarak iş bölümünün yarattığı bir sonuç olsa da devletin temel görevi toplumu iktidar lehine örgütlemek ve toplumsal boğazlaşmayı engellemektir. Ancak diğer taraftan iktidarın çıkarlarının öngördüğü iç ve dış düşmanları bertaraf etmek de devletin görevidir. Üstelik bu görev “genel çıkarlar” örtüsü altında icra edilmektedir. Ulus: Bu kavram ise esas olarak aynı dili konuşan, ortak coğrafyayı paylaşan ve en önemlisi de ortak iktisadi yaşamı paylaşan insanlar topluluğu olarak dillendirilmiştir.  

Devlet iktidarını hedefleyen Avrupa ulusal burjuvazisi, evrensel ancak bireyi hiçleştiren kilise iktidarına ve onun yerel uydusu olan feodale karşı toplumda aidiyet duygusunu yaratan “ulus” kavramını ideolojisinin merkezine oturtmuştur. Nihayetinde ulus kavramı sınıf kavramının üstünü örttüğünden, toplumsal yaşamda bireyi daha fazla kaale alan bir kimlik olmuştur. Böyle olunca da feodal karşısında burjuvaziyi iktidara taşımada hayli güçlü bir argüman olmuştur. Ulus devlet işte bu evrilme sürecindeki tüm gösterişine rağmen, tüm sevimli hallerinden arındırdığımızda aslında bir pazar yeri çitinden öte bir şey değildir. Çünkü pazara çıkan burjuvazi, kendine güvenilir bir çöplük yaratmak için ilk olarak korunaklı bir toprak parçasına ihtiyaç duyar.  

Aynı zamanda bu toprak parçasında bildiği aşina olduğu ve kontrol ettiği bir insan topluluğuna ihtiyaç duyar. İşte bu ihtiyaca cevap olarak ulus tanımına gidilmiştir. Feodalizmin açık sınıfsal ayrışması ve ceberut iktidarına karşı, burjuva iktidarının sınıfsal ayrışmayı gizleyen konumu ve özgür aidiyet hissi, halklar nezdinde ulus devleti tercih etmeye yönlendirmiştir. İlkel aidiyet duygusu olan milliyetçilik, yani eskilerin deyimiyle kavmiyet duygusu bir tarafta insanı özgürleştirmek için kullanılabileceği gibi, insanlığın mahvına neden olacak kadar da hastalıklı bir durumdur. Milliyetçilik en bilinen örneğiyle Almanya başta olmak üzere, daha sonraki kapitalist devletlerin faşizan ideolojik argümanı olmuştur.  

Avrupa burjuvazisi kendi merkez pazarlarını kibirli ve kirli milliyetçilikle sağlama aldıktan ve iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra, bu pazarın kendilerine yetmediğini anlamakta gecikmemiştir. Kapitalizmin doğası gereği pazarın sürekli büyümesi gerekiyor. Çünkü kâr maksimizasyonu, ‘gerektiği kadar üretim değil, üretilen kadar gereksinim yaratmak’ üzerine oluşmaktadır. Dolayısıyla pazar büyütmek için her yola başvurulmuştur. Tabii ki o dönem dünyanın en büyük pazarı olan ve aynı zamanda üretim ham maddesinin deposu olan Osmanlı İmparatorluğu’nun bu “masum” argümanla parçalanması hızlandırılmıştır. Türk ulusalcıları da, bu büyük pazarın bakiyesi olan Anadolu’da “ulus devlet”lerini kurmuşlardır. Problem de bu noktada başlamıştır. Elde kalan bu toprak parçası dünyanın diğer bölgelerinden farklı olarak çok fazla etnik yapı barındırıyordu. Klasik Batı ulus devleti yaratmak mümkün olamadığından ‘devlet ulusu’ yaratmak asıl amaç olmuştur.  

Türk ulusalcıları, ulusal devletin bir ekonomik işletme olduğunu unutarak hatta unutturarak, “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” andını her bireye zerk ederek, mutluluğun formülünün “Türk’üm” demekte aranması gerektiğini topluma içselleştirmişlerdir. Türkiye toplumu üzerinde etkin olan devletin bu paradigması, sözde en muhalif olan Türkiye sol hareketinin büyük çoğunluğu da ulus devleti, emperyalizmin karşısında sığınacak bir liman olarak görmekte ve kutsayarak savunmakta beis görmemektedir. Oysa ki, ulus, daha güçlü ulusların ve dış ekonomik, politik ve ideolojik kuvvetlerin tahakkümü karşısında bir savunma hattı olarak hizmet gördüğü oranda ilerici görünür. Ancak bu tarz bir ulusçuluk dış tehlikelere karşı koruyucu işleviyle ne kadar ilerici görünürse görünsün, içerisi bakımından tam ters bir rol oynar. Kısacası ulus, egemen bir devlet biçimi içine girdiğinde ilerici işlevleri tamamen kaybolur. Ulusal kurtuluş ve ulus-devletlerin kuruluşuyla birlikte, totaliter modern egemenliğin bütün baskıcı unsurları kaçınılmaz olarak ortaya çıkacaktır. Genel kabulün aksine ulus-devlet, devletler tarihi içinde en gerici toplumsal örgütlenme biçimidir. Her şeyden önce insanın en geri aidiyet duygusuna basarak ve homojen yapıya uymayanları ötekileştirerek, toplumu içinde çıkılması zor bir cendereye sokmaktadır.  

Bundan dolayı tarihsel olarak insanlaşma adına, sınıf gibi çağdaş bir aidiyeti kaldırmayı hedefleyenlerin; ulus, özellikle de ulus-devlet girdabına bu kadar sevecenlikle bağlı olmaması gerekir. Emperyalizm karşısında ulus devleti savunmak konjoktürel bazda insani olmakla beraber, bu durum kendiliğinden gericiliktir. Çünkü karşısındaki güç yani emperyalizm, üretim araçları ve ilişkileri bakımından ilerleme yönünde hareket etmektedir; daha kapsayıcı evrensel ve çağdaş olduğu aşikardır Esas olan üretim güçlerinin geldiği seyir ise, emperyal devletlerin günümüze ve sınıfsal mücadeleye daha uygun olduğudur. Burada esas sorun emperyal burjuvaziye karşı alternatifi yaratabilme sorunudur. Bu soruna cevap aramak yerine, kolaycılığa sarılıp burjuvazinin kendi yürüyüşünde müsvedde olarak kullandığı ulus devlete sarılmak, ne sınıf adına ne de insanlaşma adına bize bir yarar getirmeyecektir. Marks kendi döneminde burjuvaziyi ve kapitalizmin seyrini gözlemleyip buna bağlı olarak karşı sınıfın yani işçi sınıfının mücadele hattını belirlerken temel şiarı „Bütün ülkelerin işçileri birleşin“ olmuştur. Oysa o zaman henüz ulus devletlerin en kutsal halleri ortadaydı ve henüz kapitalizm dünyayı bu kadar küçültmemişti. Kapitalizmin seyrinin dünyayı tek pazara dönüştüreceğini tesbit eden Marks, o günden karşı argümanını ve alternatif olma biçimini göstermiştir. Bu gün artık bırakın tek pazar olması, kredi kartları ve bankalarla her bir bireyin tüketim alışkanlıklarına dair bilgiyi bile elinde bulunduran emperyal burjuvaziye karşı ulus devleti savunmak sadece çocuk tesellisidir. Ulus devletlerin geldiği nokta emperyal burjuvazinin halklar hapishanesidir. Çünkü ulusal sınırların sermaye ve sermayedarlar için bir anlam ifade etmediğini, son kriz hepimize çok açık göstermiştir.  

 
Toplam blog
: 22
: 784
Kayıt tarihi
: 11.06.11
 
 

. "Gök kubbenin altında söylenmemiş söz yoktur" diyen eskiler haklılar, ama zamanın akışı içinde ..