Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Şubat '13

 
Kategori
Deneme
 

Uyarladıklarıma uydurduklarım... Ve içimin sesi!

Yastığıma yaslanıp soruyorum;

'Bana ne yaptın? ’

Sesin titriyor;

'Seni hiç incitmedim ki, kim uydurdu bu yalanı.'

"Beni hiç incitmedin oğlum, sadece canımı taşıyan bardağı devirdin.

Dayanabiliyorum tamam mı?"

14.12.2010 Tarihinde defterime not aldığım yazıydı, yukarıdaki Umay Umay’ın değerli satırları... 

Güneşin ardımda kaldığı günlerden biriydi bu satırları not olarak yazdığım o gün. Dahası da vardı bu satırların devamını kendimce çok ağır bir dille yazmıştım… Benzer bir konuşma yaşanmıştı ve okuduğum bu satırlar aklıma gelmişti. Tetikledi sonrasını...

Dertlerimi, defterlerimi kurcalayanlar bilirler...  Laf hazır buraya gelmişken, değinmemek olmaz bu duruma.

'Şu kurcalama işi de değişmedi gitti kaderimde. Yıllar önce olmuştu çocukken... Yıllar sonra hala devam ediyor, değişen bir şey yok...’

Hayatımda biri bu kurcalama işini mutlaka görev edinmeli mi kendine? Bir de anlaşılsam, en azından bazen 'Hadi neyse okumuş ve anlamış' diyebilirdim. Bu da yok… O halde elde ne var?

Aslında hayatımdaki, -isteğim dışında- kendine bunu iş edinmiş kurcalama görevlilerinin, bildikleri ama bilmezden geldikleri çok uzakta değil, hiçbir zaman çok uzakta değildiler. Baş ucumda hep duruyolardı. Çok basit yerdeydi yani ama kurcalamak amaçsızca yapılmamalı. İçinde belli kelimelere tepki vermek olmaz. Yazdıklarımı öğrenmenin sırrı okumak olmalı, okumayı sevmekten geçiyor olmalı. Elbette sadece okumuş olmak değil, okuduğunu anlamış olmak bununla bir aradaysa çok değerli oluyor.

Bu sorun çözülse diyeceğim ama biliyorum, biliyorum hepsi benim yüzümden... Ben suçumu biliyorum. Bir benzetme yapacak olursam, hani biri cinayet işlese ve istemeden yardım etmiş olsam.  Ben de katilim der kabul ederim gibi bir şey.'O öldürdü, ben masumum diye bağırmam.' Böyle işte, ceza değişmiyor ama yine de inkâr etsem kimi kandıracağım böyle bir durumda, kendimi mi? ‘Suçluysam, suçluyum o kadar...’

Kimseye bir şekilde mesaj vermeye çalışmıyorum. Sadece paylaşıyorum ve hep paylaşmak istiyorum kendime dert yanmalarımı… Hem de olduğu gibi.

Ama bu mümkün olmuyor işte. Kaleme sığınıyorum oysa kaleme bile sığmıyor duygularım... Alamıyorum ondan kendimi ama yazdım rahatladım duygusunu da hissedemiyorum bir türlü...

Hapsediyorum kelimeleri hikâyelere, masallara, dualara, isyanlara, niyetlere, itiraflara ve daha aklıma gelmeyen birçok yazıma… Yazılarımın içine, arasına, kıyısına, virgülüne, noktasına, imzasına ekiyorum. Hep bir yol bulma telaşım var paylaşmak istediklerimi… Çözüm arıyorum her yazımda belli, belirsiz…

Peki, ne yapmalı? Mesela kaleme ayna tutmak çözer mi? Görünür mü kelimelerim, yansır mı aynaya? ‘Gerçekte yansımazlar elbette…’ O halde kâğıtlar niye o görevi yerine getiremez ki sanki? Tıpkı gözlerin aynaya bakıp anlattıkları gibi özgürce, o beyaz sayfalara baksa kalemin teki, göstermez mi sahibinin kelimelerini en çıplak haliyle...

İllaki bir dil söylemeli mi dinlenmeyecekleri? İllaki bir el tutmalı o kalemi ve bastıra bastıra yazamadıklarımı karalamalı mı? Bu mu çözüm sadece... Bu bana bir yol olabilir ancak. Vardır başka bir yolu, olmalı… Bir bir yansımalı kelimeler, ayna sayfalarda... Parlamalı heceler, hissetmeli bakıldığını, baktıkça büyümeli punta punta gördüklerim/iz...

Off... Zaten iç sesim hala ortada yok, ben ne yapıyorum ki? Kendime derdimi oturmuş itinayla yanıyorum. Şimdi burada olsa ‘Şeytan diyor ki...’ Diye başlardı söze. Bana kızgın, illa muhalefet olmuş en üst seviyede. Ben de derdim tabi ‘Sen düşün, düşün sonra şeytanın üzerine at. Şeytan söylemez isterse uygular bence…’

Evet, aynen böyle…

Neyse bu beyaz görünen sayfalarda iş yok anlaşılan ‘O aynanın görevi diyor’ üstünden bir güzel atıyor söylediklerimi...

Rest çekmek lazım, şöyle mesela;  Güçlü ve sert bir tonda…

 ‘Bana bak kâğıt, ben o beyazlığına kanmam. Saf ve temiz ayaklarına kanmam çünkü olmuyor aynısı olmuyor. Amaaan göstermezsen, gösterme be! Bana kalem mi yok, kâğıt zaten çok... Çare dediğimiz nedir ki, bir çözümü -tabi dermansız dert ve hastalık dışında- öyle ya da böyle bulunabilen tükenmez bir şey değil mi?

Tut ki kalem, kâğıt yok...  Hani kâğıdı da çeviremedim sonuçta aynaya. Bende gider aynaya yazarım… Kalem yoksa kırmızı rujumu kullanırım, o biterse pembe rujuma geçerim, o da biterse yenisini alırım o da mı zor canım! Göründüğü gibi yazamam, çizemem belki gözlerimle gördüklerimi, ele avuca gelemeyen hislerimi…

Ama bulurum bir yolunu elbet, Olmadı mı? Aynaya yansıtırım elbet.  Böyle sıkıntı yok gibi yazdığıma bakma yine de sen… Aynısı olmadı diye korkarım ben. Hatta ben çıplakta yazamam kelimeleri, giydiririm harfleri, bağlarım birbirine cümleleri... Çünkü kalem değişse, sayfa değişse biliyorum kendimi… Yazan benim!  Ama işte aslı gibi olmasa, fotokopisi gibi olmasa ne çıkar? Diyorum duy diye… Duymazsan not yazarım altına koca koca harflerle; Gördüklerimin gözlerime bulanmış olan, hislerimin bol acılı, az buğulu uyarlamasıdır derim, çıkarım işin içinden...’

Çözümsüz çözümlerimden biri, geri adımlarımdan biri olur, kalır.

Yoksa yoksa, bu son duyduklarım iç sesimin yankıları mıydı? Geri mi dönüyor bana…

Hiçbir yere gitmemişti ki… Ama yine de içses yok farz edeli biz, aslı olmasa da olur diyoruz ya bunlarda iç ses uyarlamaları kalsın.’

Tabi ne de olsa tüm duygularımı ben duyurup, sonra duymazlıktan geliyorum.Bu durumda iç sesim o notun altına sadece bana not yazar hem de daha büyük harflerle;‘Kendini bil aman kendine şaşırma. Cevabı bil, yanlış soruyu sor… Çözüm yok, avuntular çok ne de olsa…’

Bütün bunları yazarken anlıyorum. Neyse ki hiç gitmemiş içimin sesi… Benim dilimle mırıldanmış durmuş… 'Dayanabiliyorum tamam mı?' Artık konuyu değiştirip, alakasız bir yere bağlama vakti geldi, slogan gibi olsun hatta öyle bir şey olsun ki moralimiz alt seviyeye ulaşmasın…

'Az kızgınlık, çok aşk!'

: ))

 

 … 

 
Toplam blog
: 16
: 411
Kayıt tarihi
: 19.07.11
 
 

1981 Aydın doğumluyum. Sağlık sektöründe reprezant olarak çalışmaktayım. Yürüyüş yapmayı ve müzik..