Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Aralık '07

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Uzakdoğu uzak mı? (Tayland - Kamboçya - Vietnam)

Uzakdoğu uzak mı? (Tayland - Kamboçya - Vietnam)
 

Kayıkçımız iş başında...


Dokuzuncu Bölüm / CAN THO

Biraz dinlenip, yemek yemek için aşağı indiğimizde, adam kocamı tekrar yakaladı. Sabah 8’de çıkıp, öğlen 1’de döneceğimiz ve böylece öğleden sonra 2, 5’ta kalkan otobüsü yakalayabileceğimiz kısa bir tekne turundan bahsetti. Arada kaçamak bakışlarla benim tepkimi kontrol ediyor, muhtemelen yine su koyuvermemden korkuyordu. Adama gıcık olmuştum ama yine de “Tamam” dedim. Tur parasını peşin ödeyip, otobüs biletlerimizi de ayarlamasını rica ettikten sonra, nihayet dışarı çıkabildik.

Yolun hemen karşısında bulduğumuz ilk lokantada, birer pho yemeğe karar verdik. Pho, çeşitli sebzeler, bolca baharat, dana ya da domuz etiyle hazırlanan bir çeşit erişte çorbası. Suyu küçücük bir kaşıkla içilip, taneleri de çubuklarla yeniyor. “Eşek hoşaftan ne anlar, suyunu içer, tanesini bırakır” demesinler diye, çubuklarla boğuşarak da olsa, hepsini yedim. Nefisti. Ardından bir banka bulup, biraz para bozdurduk. Önümüzdeki günler Tet olduğu için parasız kalmaktan korkmuştuk. Tet, Çinlilerin ve Vietnamlıların yeni yılı, tıpkı bizim bayramlar, ya da Hıristiyanların Noel’i gibi insanların bolca seyahat ettikleri, ailelerin biraraya gelip, yiyip içtikleri, birbirlerine karınca kararınca hediyeler verdikleri bir dönem. Sokaklar, pazar yerleri, binbir çeşit hediyelik eşyayla doluydu. Şehrin dört bir yanı rengârenk çiçeklerle bezenmişti. Nehir kıyısındaki yürüyüş yolları ve parkların temizliğine ve düzenine hayran kalmamak mümkün değildi. Aylak aylak dolaşırken, oldukça batılı görünen bir kafede oturup birer kahve içmeye karar verdik.

“Mmmmm” dedi kocam, menüyü incelerken. “Kahvenin yanında krep veya meyve yemek ister misin?”
“Krep sevmiyorum ben, ama mango yerim.”
“Tamam o zaman, ben her ikisinden de istiyorum.”

Biz çardak altında kahvelerimizi içerken, hemen önümüzdeki iskelede iki küçük kız çocuğu oyun oynuyordu. Bir süre sonra yanımıza geldiler. “Adın ne, nereden geliyorsun, kaç yaşındasın?” diye klasik sorguya başladılar. Biz de onlara sorular sorduk, hiç çekinmeden, şımarmadan, kıkır kıkır gülerek cevapladılar. Hatta kızlardan bir tanesi ile kocam, kızın terliğinin tekinden yaptığı hayali cep telefonuyla uzun uzun muhabbet bile ettiler.

“Alo?”
“Alo, kimsiniz?”
“Benim.”
“Ne yapıyorsun?”
“Telefonla konuşuyorum.”

Verdiğimiz meyveleri yerlerken, aniden birinin aklına birşey geldi, süslü küçük çantasını açıp, bir deste piyango bileti çıkardı. Öbürü de “telefonunu” ayağına giyip, kendi destesini kocamın burnuna doğru uzattı. Öylesine şekerdiler ki, “Hayır” dememiz mümkün değildi. Her ikisinden de birer bilet aldık.

Kızları yine iskelede oynarken bırakıp, nehir kenarındaki parklar boyunca yürüdük. Hava kararmaya başlayıp, karnımız da acıkınca, nehir manzaralı bir balkonu da olan iki katlı bir lokantada karar kıldık. Caddedeki çılgın kalabalığa, pazar tezgâhlarındaki ıvır zıvıra, dükkânlardan, seyyarlardan yansıyan rengârenk ışık seline ve önümüzden akıp giden yüzlerce motosiklete bakarken;

“Çok hoş bir yermiş bu Can Tho, keşke acele edip yarın için biletlerimizi almış olmasaydık.” dedim kocama.
“Şimdi ben de aynı şeyi düşünüyordum biliyor musun, bir gün daha kalabilirdik burada.” dedi o da.

Yemeğimizi bitirdikten sonra, kalabalığa karışıp, biraz daha dolaştık. Ardından, ertesi sabah tur için erken kalkacağımızı da düşünerek, otelimize dönüp yattık.

Sabah, çantalarımızı toparladıktan sonra, kahvaltılık birşeyler bulabilmek umuduyla hemen aşağıya indik. Ancak ne yakınlarda kahvaltı edilebilecek bir yer, ne de aramak için fazla zamanımız vardı. Kısa bir süre sonra, Vietnamlı hemcinslerine göre oldukça iri sayılabilecek bir kadın girdi kapıdan. Kayıkçımız oydu. Tanışma faslından sonra, hemen elimi tutup, belime sarılarak yakınlık gösterdi. İlk andaki şaşkınlığımı çabuk atlatıp, mecburen ben de onun beline sarıldım. Kırk yıllık arkadaşlar gibi el ele, bel bele yürüyerek, kayığın yanına vardık. Kayıkçımız, binmemize ve oturmamıza yardım ettikten sonra, hemen arkamızda yerini aldı, dümen görevi gören uzun bir çubuğun ucunda bulunan küçük motoru çalıştırıp, suya indirdi. Yolculuğumuz başlamıştı.

Sabah erken olduğundan, hava henüz çok sıcak değildi. Etrafımızda başka kayıklar, balıkçı tekneleri, polis motorları, kıyıda da evler, lokantalar, inşaatlar gördük. Karaya oturmuş gibi duran daha büyük teknelerde, gemiciler temizlik ve bakım yapıyorlardı. Bir süre böylece gittikten sonra, Can Tho’nun meşhur Yüzen Pazarına ulaştık. Tahminimizin aksine, bu sefer yüzen, pazar değil, müşterilerdi. Sebze, meyve ve et alışverişi yapılan büyük bir toptancı halindeydik. Etrafımızdaki irili ufaklı binlerce tekne, mal satmak ve mal almak için sabahın erken saatlerinde buraya gelmişlerdi. Biz, ağızlarımız bir karış açık, dört bir yanımızı saran cümbüşü seyrederken, tekne trafiği kilitlendi. Trafik sıkışıklığından faydalanarak, hemen yanıbaşımızdaki büyük bir teknedeki kadınlardan ananas satın aldık. Akabinde herkes, yerine göre teknesini itip, yerine göre küreklerini ya da motorlarını kullanarak, kısa bir süre içinde yolunu buldu.

Pazardan sonra yolumuza devam edip, nehrin kollarından birine saptık. Su sarı renkte ve bulanıktı ama kıyılardaki sık tropik bitki örtüsünün yeşiliyle beraber, nefis bir manzara oluşturuyordu. Arada tek tük yanımızdan geçen rengârenk çiçekçi kayıkları da herşeye ayrı bir güzellik katıyordu.

Kanallarda ilerledikçe, su seviyesi iyice düştü ve küçük çaplı bir çevre felaketiyle karşılaştık. Ellerine ne geçerse nehre ettıkları için, pet şişeler, plastik torbalar, akla gelebilecek her türlü çöp, etrafımızda yüzmeye başladı. Kayıkçımız, motorun pervanesine dolaşan torbaları temizlemek için onlarca kez durmak zorunda kaldı. Gözle görünenin haricinde, suyun biyolojik ve kimyasal olarak da çok kirli olduğunu tahmin etmek zor değildi. Buna rağmen, çamaşır, bulaşık yıkamak, yemek yapmak, kendileri yıkanmak da dahil, herşey için bu suyu kullanıyorlardı. Her yerde, durmadan birşeyler yediğimiz için, bu zamana kadar hasta olmamamız bir mucizeydi.

Çerçöp içinde zorlukla ilerleyip, öğlene doğru bir ananas çiftliğinde mola verdik. Çiftliğin sahipleri bizi girişte karşıladılar, hemen oracıkta bulunan büyük küplerin yanına getirdiler. Küplerin içinde bize göstermek istedikleri birşeyler olduğu açıktı, temkinli bir şekilde yaklaştım. Dipte, azıcık suyun içinde küçük siyah yılanlar vardı. Çığlık falan atmamamdan cesaretlenen adam, yılanlardan birini eline alıp, bana doğru uzatarak;

“No bite, no bite” (*) dedi.

Elimi uzatıp, yılanı aldım, küçük gözleriyle hiç kıpırdamadan bana bakıyordu o da. Ne yapacağımı bilemeden bir süre öylece dikilip, ardından yapılabilecek en salakça şeyi yaptım ve yılanı okşadım. Islak ve soğuktu, ne elde tutması, ne de okşaması zevk veriyordu insana. Kocamın, fotoğraf makinesiyle bu anı ölümsüzleştirmesinin ardından, hayvanı çiftlik sahibine iade ettim. Bir maşrapayla ellerime su döktüler. Çardak altında bir masaya buyur edildik, çiftlik ahalisinden bir kız kocama, bir adam da bana masaj teklif etti. Ben reddettim, kocam böyle bir fırsatı asla kaçırmazdı. Ismarladığımız balığın sudan çıkarılıp, mutfağa götürülüşünü seyrederken, kocam, kızın sırtına attığı yumruklarla mest olmuş, neredeyse tünediği tabureden düşmek üzereydi. Onu öylece bırakıp, fazla büyük olmayan çiftliği dolaştım. Geri döndüğümde, bana masaj teklif eden adam, elinde kocaman olgun bir papaya ile masamıza gelmiş, isteyip istemediğimizi anlamaya çalışıyordu. Başımızla onayladık. Adam mutfağa doğru yürüyüp gözden kaybolunca, kocam;

“Bakalım bütün bu lüksler bize kaça patlayacak?” diye güldü.

Papaya, gerçekten çok olgun ve lezzetliydi. Yarısıyla ben çoktan doymuştum. Hemen ardından, çıtır çıtır kızarmış balığımız geldi. Balığın yanında yine pirinç kâğıdı, soya filizleri, muhtelif otlar ve soslar vardı. O arada kayıkçımız masamızın yanında bitiverdi. Alışkın elleriyle bize minik paketler hazırlamaya başladı. Teşekkür edip, hazırladığı paketleri sosa batırarak yemeğe başladık. Aslında bu pirinç dürümlerinden pek de haz etmemiştim, ancak kayıkçımız öylesine bir şevkle üstlenmişti ki bizi doyurma işini, “Hayır” diyemedim.

Ben tuvalete gidip gelene kadar, ağaçlar arasına iki tane hamak kurulmuş, birinde kocam sallanmaya başlamıştı. Diğerine de ben uzandım. Öğle sıcağında, su seviyesinin tekrar yola çıkabilecek kadar yükselmesini beklerken, yayılıp tembellik ettik. Bu kocaman mideyle yapılabilecek en güzel şey de buydu zaten.

Dönüşte, kayıkçının nereden geldiğini anlamadığım küçük oğlu da bize katıldı. Teknede oturacak bir sıra vardı, çocuğa yanımıza gelmesini işaret ettim. Sıska oğlan tam gülümseyerek yanımıza gelmişti ki, annesinin açık uyarısıyla kalkıp, yere oturdu. Annenin otoritesine karşı gelmek olmazdı, kaldı ki zaten birbirimizi zar zor anlıyorduk, ses çıkarmadık. Su seviyesi çok düşük olduğundan, turumuz beklediğimizden daha uzun sürmüştü. Ayrılırken, yeni yıl için bize iyi şanslar dileyen kayıkçımıza, biz de iyi şanslar dileyerek, bir gün önce aldığımız piyango biletlerini hediye ettik. Etraftaki balıkçılardan birinin getirdiği listeden, biletlerimize ne yazık ki hiçbirşey çıkmadığını çabucak öğrendik. Yine de herkesin gülümsemesinden, jestimizin yerini bulduğu belli oluyordu. Vedalaşıp, koşarak otele döndük. Otobüsü kaçırmamız an meselesiydi.

Otelcinin üç beş kelimeden fazla İngilizce bilmeyen ama mütemadiyen birşeylerden şikâyet eden karısına, el kol hareketleriyle yıkanmış çamaşırlarımız olduğunu ve acele etmesi gerektiğini anlatmaya çalıştım. Kocam, çantalarımızı almak üzere odaya fırlamıştı. Neyse kadın çamaşırları getirdi, kocam onları çantalara tıkıştırırken, ben de o arada hesabımızı kapattım.

“Herşeyi aldık değil mi?” diye sordu kocam.
“Odada birşey yoktu zaten, pasaportları da geri aldım. Herşey tamam.” dedim.
“Otobüs biletleri?”
“Sanırım otogarda alacağız, bilmiyorum.”

O anda kapıda beliren bir adam, aceleyle bizi bir minibüse doğru yönlendirdi. Otogara gidecek servis olduğunu tahmin ettiğimiz aracın içinde başka turistler de vardı. Selâmlaşma faslından sonra, doğru araçta olduğumuzu teyit edip, rahat bir nefes aldık. Kısa bir yolculuktan sonra otogara vardık ve servisten inip, şoförü takip ederek bir yere oturduk. Elimizde hâlâ biletlerimiz olmadığından biraz huzursuzdum, ancak beklemekten başka çare yoktu. Nitekim birkaç dakika sonra servis şoförü bizi yanına çağırdı, midibüse binmeden önce biletleri elime tutuşturdu. Yerlerimize oturur oturmaz, herkese soğutulmuş sabunlu mendil ve küçük şişe su verdiler. Tropik sıcakta, deliler gibi koşturduktan sonra, bundan daha iyi bir ikram yapamazlardı herhalde.

Rach Gia’ya doğru yola çıktık.

(*) “Isırmaz...”

(Devam edecek...)

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..