Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Haziran '08

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Uzakdoğu uzak mı? (Tayland-Kamboçya-Vietnam)

Uzakdoğu uzak mı? (Tayland-Kamboçya-Vietnam)
 

Phu Quoc'ta bir plaj...


Onuncu Bölüm / RACH GIA – PHU QUOC

Şehirden çıkmadan, bir büfede mola verdik, şoförümüz ve bazı yolcular hemen birşeyler ısmarladılar. Bizim karnımız da aç olduğundan, birer sandviç aldık. Daha ilk lokmada tutuştum. Sandviçin içindeki minicik biberlerden birini ısırmış, ardından da bütün olarak yutmuştum. Bir anda bütün gözeneklerimden ter boşaldı ve hıçkırmaya başladım. Minibüsteki herkes gülüyordu, nefes alabilecek hale geldiğimde ben de onlara katıldım.

Bu küçük talihsizlik haricinde, yolculuğumuz olaysız geçti. Şoförümüz, bizi Can Tho’ya getiren korkunç şoföre hiç benzemiyordu, sakin sakin sürerek, tam zamanında Rach Gia’ya varmamızı sağladı. Aynı minibüste bulunan üç Avusturyalı kızın rezervasyon yaptırdığı otelde biz de kendimize bir oda bulduk, resepsiyondan ertesi gün Phu Quoc adasına gitmek üzere feribot biletlerimizi ayarladık. Ardından birer duş yapıp, kendimizi sokağa attık. Nehir kenarında birer bardak şekerkamışı suyu içtikten sonra, girmek üzere olduğumuz Domuz Yılı’na uygun olarak, domuzcuk şeklinde pembe bir balon satın aldık. O andan itibaren sokaktaki herkesin eğlencesi olduk. Anne-babalar, çocuklarına bizi gösterip, gülüyorlar, çocuklar bazen utanıp yüzlerini saklıyor, bazen de gülerek “Hello” diye sesleniyorlardı. Tabii biz de bu ilgiyi karşılıksız bırakmadık.

Ertesi gün 14 Şubat’tı, “Sevgililer Günü” için hazırlıklarını çoktan yapmış gibi görünen bir kafede oturmaya karar verdik. İçeri girer girmez, etrafta müşteriden fazla garson olduğu dikkatimi çekti. İki masada yabancı turistler oturuyor ve yaklaşık onbeş kişilik ekip de başı kesik tavuklar gibi oradan oraya koşturuyordu. Öylesine acemiydiler ki, örneğin biralarımızı masamıza üç kız getirdi, biri elinde tepsiyle durdu, diğeri şişeleri açtı, bir diğeri de bardaklarımıza doldurup servisi yaptı. Neyse, birşeyleri kırıp dökmeden yemeklerimizi getirdiler de karnımızı doyurabildik. Ardından, domuzcuğumuzu da alarak, otelimize geri döndük.

Sabah saat 5’e kadar deliksiz uyudum. Meydandaki hoparlörlerden bangır bangır radyo yayını başlamamış olsaydı, daha da uyurdum sanırım. Hava daha yeni ağarıyordu. “Yuh be” dedim kendi kendime, “Pilli mi bu insanlar?” Kocam horluyordu, gürültüden rahatsız olmamıştı. Kalkıp camdan dışarı baktım. Şehir tamamen uyanıktı. Radyo yüzünden uyanmış değillerdi, tam tersine herkes o saatte zaten ayakta olduğundan radyoyu bağırtmakta bir sakınca görmüyorlardı. Yatağa geri döndüm ve tekrar daldım.

Bir saat sonra kalkıp, hesabımızı kapattık. Çantalarımızı lobide bırakıp, kahvaltıya gittik. Döndüğümüzde kocam bizi limana götürmeleri için iki motosikletliyle anlaştı. Limana erken varmıştık, beklerken kargonun yüklenmesini seyrettik. Kısa bir süre sonra, bizim deniz otobüslerine benzeyen feribota bindik. Koltuk araları dar olduğundan, sırt çantalarımızı girişte koridora bırakmamıza izin verdiler. Göz açıp kapayana kadar her yer dolmuştu. Kalkıştan önce, sabunlu mendil, su ve ek olarak da kusmuk torbası dağıttılar.

“Eyvah” dedi kocam, “Deniz fırtınalı galiba.”
“Yok canım” dedim, “Hava açık, gökte bir tane bulut yok, ne fırtınası?”
“Kusmuk torbası dağıttılar ya.”
“Abartma lütfen.”

3 saatlik sorunsuz bir yolculuktan sonra, Phu Quoc’a vardık ve her zamanki gibi turist avlamaya gelen otel görevlileri tarafından karşılandık. İçlerinden birinin ayarladığı motosikletlerle, adanın diğer yanına kadar yaklaşık 20 kilometre sürecek yolculuğumuza başladık.

Kıyıdan uzaklaştıkça rengi sarıdan yeşile, yeşilden maviye, maviden laciverte doğru koyulaşan denizi ilk gördüğümüz an, içimden “Vay be” dedim. Kocamı taşıyan motosiklet, yolun kenarında durdu. Biz de aynısını yaptık. Kocam hemen fotoğraf makinasına sarılıp, bu nefis manzaranın fotoğraflarını çekti. Ardından bir süre daha öylece durup tadını çıkardık.

Uzunca bir süre sonra, tam da omuzlarımın kızarıp, popomun acımaya başladığı sırada, anayoldan ayrıldık. Bizi götürmek istedikleri otelde yer yoktu, ama bir sonrakinde şansımız yaver gitti. Gösterdikleri bungalovu beğendik, hele bölgeye hayran kaldık. Göz alabildiğince uzanan doğal bir plaj, ardında ağaçlar arasına gizlenmiş 10-15 bungalovluk küçük tesisler, sazdan samandan şemsiyeler, çardaklara gerilmiş hamaklar ve aynı sarı-yeşil-mavi-lacivert deniz. Çantalarımızı bile açmadan, mayolarımızı ve havlularımızı aradan çekip, çılgınlar gibi denize koştuk. Çıktıktan sonra çardaktaki hamaklara uzanıp, denizden gelen tatlı esintinin de etkisiyle iyice mayıştık.

“uhudedipuhu...”
“Hı...”
“Kalk istersen odaya gidelim.”
“Niye?”
“Uyuyorsun.”
“Eee?”
“Ben de uyuyordum, kendi horultuma uyandım. Güneş dönüyor, sıcakta yanıyoruz. Odada biraz dinlenelim.”
“Tamam.”

Kaç saat uyuduğumuzu bilmiyorum, kalktığımızda yine denize koştuk ve günbatımını suda seyrettik. Ardından birer duş yapıp, giyindik ve plaj boyunca yürümeye başladık. Önde birkaç masa ve arkada ızgaradan oluşan salaş bir lokantada, balık yemeğe karar verdik. Lokanta, görünüşünden beklenmeyecek derecede pahalıydı. Deniz dibinde deniz ürünlerine bu kadar fazla para ödemek turistik bir hastalık olsa gerek diye düşünmeden edemedim.

Ertesi gün için niyetimiz, öğlen güneşi kavurmaya başlamadan kalkıp yüzmekti. Tahmin ettiğimizden daha geç uyandık. Kahvaltıdan sonra, kocam bir yerlerden para çekmemiz gerektiğini, Tet’te parasız kalmak istemediğini söyleyince, yollara düştük. Yaklaşık 1, 5 – 2 kilometre uzaklıktaki Duang Dong’a doğru yürüdük. Hem para çekecek, hem de dönüş için feribot biletlerimizi ayarlayacaktık, zira Tet dolayısıyla tüm uçakların dolu olduğunu duymuştuk. Planımız, tekrar Rach Gia üzerinden Ho Chi Minh City (Saigon)’a gitmekti. Daha yolun yarısında, lüks bir otelin girişinde, Vietnam Havayolları’nın bürosunu görünce, kocama dönüp:

“Gel bir soralım, ne kaybederiz ki?” dedim.

Beklenmedik bir şekilde, 18 Şubat sabahı için Ho Chi Minh City uçağında yer bulduk. Aslında adada bir iki gün daha fazla kalmak istiyorduk ama o tarihten sonraki bütün uçaklar doluydu. Uçakla gitmek bize bayağı zaman kazandıracaktı. Çabucak kararımızı verip, biletlerimizi aldık. Geriye yalnızca para çekip, birşeyler yemek kalmıştı, biz de öyle yaptık. Sahilden yürüyerek ve ıstakozlar gibi yanarak otelimize geri döndüğümüzde, kendimizi acilen suya attık ve ardından gölgeye kaçtık.

Çardak altında yattığımız sırada, masajcı teyzelerin baskınına uğradık. Masaja bayılan kocamın ikna edilmeye ihtiyacı yoktu, ben de çıkıntılık yapmamak için “Tamam” demiş bulundum. Bebek yağı gibi birşeyle tüm vücutlarımıza masaj yapmaya başladılar. Benim teyze sırtımdan başladı, kollarım, bacaklarım derken, resmen hışırımı çıkardı. O küçücük bedende böylesine acı bir kuvvet olacağını hiç tahmin etmemiştim. Tam biraz gevşemeye başlamıştım ki, başka teyzeler, ellerindeki ipliklerle sağımda solumdaki tüylere saldırdılar. Ellerinden zor kurtuldum. Neyse bir saatlik masaj seansının geri kalanında başka bir gariplik olmadı. Herşey bitip, yattığım yerden doğrulduğumda, birkaç metre ötede genç bir turistin oturduğu yerde kitabını okurken, bacaklarındaki tüyleri aldırdığını gördüm ve kendi kendime güldüm.

Ertesi sabah kahvaltıdan sonra bir motosiklet kiralayıp, adayı keşfetmeye karar verdik. Bir gece önce yemekte tanıştığımız orta yaşlı çiftten, adanın kuzey ucunda yengeçleriyle ünlü bir lokanta olduğunu öğrenmiştik. Sık tropik ormanın ortasındaki daracık toprak yolda giderken hem manzaranın tadını çıkardık, hem de güneşten ve sıcaktan hiç etkilenmedik. Bir süre sonra deniz kıyısındaki lokantayı bulduk. Lokanta dediğime bakmayın, plajda, ağaçlar altında birkaç masa ve ortada bir havuzdan ibaret, basit ama sevimli bir yerdi. Havuzun içinde canlı yengeçler ve bir de kocaman su kaplumbağası vardı. Biz bir kilo yengeç sipariş ettik, beklerken denize karşı oturup soğuk birşeyler içtik. Bulunduğumuz yerden 4 kilometre kadar ötesi Kamboçya’ydı, elimizi uzatsak tutacakmışız gibi görünüyordu. Phu Quoc 1979’a kadar Kamboçya’ya ait olmasına rağmen, bu tarihte Pol Pot rejimini devirmek üzere ülkeye giren Vietnam’lılar çıkarken adayı da alıp gitmişlerdi. Sanırım bu sebepten adanın bu kuzey ucunda büyük bir askeri birlik vardı ve bazı bölgelere girilmesi haliyle yasaktı.

Biz masamıza getirilen kömür ızgarasında yengeçlerimizi pişirdik, yeşil limon suyu, tuz ve taze çekilmiş karabiberden oluşan sosa batırarak yedik. Gerçekten çok lezzetliydi. Hem Phu Quoc’ta, hem de Kamboçya tarafındaki Kampot’ta karabiber üretimi yapılıyordu, adadan ayrılmadan önce biraz karabiber almaya karar verdik.

Yemekten sonra tekrar motosikletimize atlayıp, yola devam ettik, bu sefer sahil yolundan geze geze dönecektik. Sahil yolu, orman yoluna göre daha uzun ve çok bozuktu, hoplayıp zıplamaktan popolarımız çürüdü. Uzun süre sonra Duang Dong’a vardığımızda, hem bacaklarımızı açmak hem de dondurma yemek için bir kafede mola verdik. Neyse, otelimize varır varmaz soyunup denize koştuk, bir ara ortadan kaybolan kocam, geri döndüğünde “Akşama özel yeni yıl yemeğine davetliyiz” dedi. Gerçekten de lokanta olarak kullanılan çardağın altındaki masalar, uzun bir ziyafet sofrası gibi hazırlanmış, üzerlerine çoktan kuver atılmıştı. Birer duş alıp, yemek için hazırlandık. Otelimizde kalan herkes oradaydı, çok neşeli ve güzel bir geceydi. Bir ara, yanımızdaki otelden gökyüzüne içinde mumlar yanan kağıt fenerler uçuruldu, hoş bir manzaraydı. Böylece iki ay içinde ikinci defa yeni yıla girmiş olduk.

Ertesi gün malaklar gibi yatıp, adadaki son günümüzün tadını çıkarmaya karar vermiştik, öyle de yaptık. Sabah biz sudayken, plaj boyunca yürüyen davullu, zilli, ejderha kostümlü çocuklar, yeni yılda şans getirmesi için dansederek bütün otellere girip çıktılar. Fırsat bu fırsat biz de fotoğraflar çektik, herkese tekrar mutlu yıllar diledik.

Günün geri kalan kısmında kayda değer birşey olmadı. Akşam yemeği için plajdaki başka bir lokantaya gittik. Oldukça alkollü olduğu her halinden belli olan yaşlı bir Fransız, İngilizce, Almanca ve Fransızca şarkılar söyleyip, sağa sola takılarak hepimizi eğlendirdi.

Sabah erkenden kalkıp, toparlandık, saat 7’de bizi havaalanına götürecek olan taksi geldi. Otelin sahibiyle vedalaşıp, ayrıldık. Küçük, sevimli havaalanında bir süre oyalandıktan sonra, uçağa çağrıldık. Vietnam Havayolları’na ait ATR-72 model pırpır uçakla 50-55 dakikalık rahat bir yolculuk yaptık ve Ho Chi Minh City’e indik.

(Devam edecek...)

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..