- Kategori
- Öykü
Veda Gecesi
Emir erim heyecanlı bir şekilde gelerek tümen komutanının beni makamına çağırdığını iletince yeni kurulmakta olan mekanize piyade taburunun eğitim yönergesini hazırlamakla meşguldüm. Yararlandığım kaynakların çoğu yabancıydı. İngilizcem iyi olduğu için bu görevi bana vermişlerdi. “Tamam oğlum” diyerek defterimi kapadım. Günlük üniformamı giyerek, emir erimin kullandığı bir jiple tümen komutanlığına gitim. Sekreteryadan geçip, emir subayıyla birlikte içeri girdik. Sert bir selam çaktıktan sonra “Beni emretmişsiniz komutanım” diyerek paşanın cevabını beklemeye başladım. Komutan “Rahat Yüzbaşım” dedi masanın önündeki koltuğu göstererek. Elinde bana ait olduğu su götürmeyen bir sicil dosyası vardı. Paşa dosyayı şöyle bir karıştırarak:
- Biraz önce sicilini okudum, dedi gözlerini dosyadan ayırmadan.
- Parlak bir sicilin var. Özellikle yabancı dilin çok iyi. Biraz daha gayret edersen kurmay sınıfına ayrılabilirsin.
Sonra birden dosyayı masaya bırakarak dikkatle yüzüme baktı.
- Yüzbaşım, belki duymuşsunuzdur. Kore’ye tugay büyüklüğünde bir birlik göndereceğiz. Bu ülkemiz ve ordumuz için çok önemli bir görev. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin şerefini ve kahramanlığını yedi düvele göstermenin bir fırsatı.
Bir an durup, sözlerinin üzerimdeki tesirini tarttıktan sonra:
- Tabiatıyla orada iyi İngilizce bilen senin gibi subaylara çok büyük ihtiyaç var. Başta Amerikalılar, Birleşmiş Milletler Ordusu’yla irtibatı sizler sağlayacaksınız.
- İzninizle muharip olarak görev yapmak isterdim komutanım, dedim.
- Malümü aliniz, mekanize piyade üzerinde çalışıyorum.
Paşa belli belirsiz bir şekilde tebessüm etti.
- Yani ille de savaşmak istiyorsun Yüzbaşı İnal Dağdeviren…Merak etme, istediğinden fazlasını bulacaksın.
Sonra birden ciddileşerek:
-Şimdi gelelim seni çağırmanın nedenine. Genel Kurmay her türlü görevlendirmeyi yapmakla birlikte herkesin Kore’ye gönüllü gitmesini arzu ediyor. Evet, ne diyorsun Yüzbaşım, gidecek misin oraya?
Hızla ayağa kalkarak:
- Vatan sağolsun komutanım. Hazırım…
Komutan da ayağa kalktı ve iki elini birden uzatarak:
- Varol Yüzbaşım, dedi, Sizinle iftihar edeceğiz.
* * *
Fethipaşa Korusu’nun hemen bitişiğindeki küçük bahçemde sofrayı kurmuş, misafirlerimi beklerken bunları düşünüyordum. Komutanın yanından çıkalı bir hayli zaman geçmişti ama adeta bir rüzgar gibi…Koreye gidecek tugay çoktan hazırlanmış, kadrosu, silâhları ve levazımatı çoktan tamamlanmış ve bu hafta sonu İskenderun’a intikal ederek, bizi almaya gelecek Amerikan gemilerini bekleyecektik. Yarın birliğin konuşlandığı Ayaş’a gidip, ben de onlara katılacaktım. Bu gece İstanbul’da, evimdeki son gecemdi. “Son gece” …Gidilen yer çok kanlı geçen bir savaş olunca bu iki kelimenin anlamı çok değişiyor değil mi?
Arkadaşlarım beni fazla bekletmediler. Birer ikişer gelirlerken gözlerim hep onu arıyordu. Acaba beni uğurlamaya gelecek miydi? Ancak ger gelene ayağa kalkıp kucaklaşırken gözlerimdeki hüznü görmelerini istemiyordum. Hüzün diyorum çünkü bu tür arkadaş toplantılarına önce o gelirdi. Gelmişten de muhakkak en sevdiğim kurabiyelerden yapar, salata, meze hazırlar, sofrayı kurar ve alabildiğine süslerdi. Sonra da udumu alır beraberce çalar söylerdik. Herkes “Artık evlenin” diyordu. Ortak arkadaşlarımız, Samsun’da oturan kızkardeşim ve diğer akrabalar…”Birbirinizi seviyorsanız evlenin. Neyi bekliyorsunuz ki?”
Son gelişinde hep geride durduğu bu ısrarı o da yapmıştı. Tam benim de kararım bu yöndeydi ama Şu Kore Savaşı her şeyi alt üst etmişti. Ne kadar süreceğini bilmediğim kanlı bir boğuşmaya katılmak için gidiyordum. Amiyane deyimle “Gidip de gelmemek” vardı bu işte. Arkamda gözü yaşlı bir eş ve yetim bir çocuk bırakmak istemiyordum. Açık yüreklilikle bunu anlattığımda beni anlayacağını sanmakla yanılmışım.
- Artık bu iş benim canımı sıkmaya başladı, dedi.
- Herkesin diline düştük. Şimdi savaş var diyorsun. Yıllardır ne vardı peki? Beni hep oyaladın.
İşte bu sözler aramızdaki ilk kopuş oldu.
- Seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun. Nasıl böyle düşünebilirsin?
Diye cevap vermekle alttan aldığımı sandım ama iş giderek kırıcı bir tartışmaya evrildi. Zihnimde son kalanlar çantasını kapıp, hıçkırıklara boğularak bahçe kapısından çıkışıydı.
Bölüğümde Hasan Sapa adında bir çavuşum vardı. Saf ve mert bir Anadolu delikanlısıydı. Zaman zaman odama çağırır, hem günlük talimlerle ilgili emirleri verir, hem de “Memleketten haber var mı?” diye sorardım. Birgün yine “Ne haber” deyince yüzü ağlamaklı oldu. Uğruna gurbete düştüğü yavuklusunu başkasına vermişler. İstanbul’da inşaatlarda çalışmakla başlık parasını biriktiremeyince askerlik zamanı da gelip çatmış. E, kız babası da onca zaman bekleyecek değil ya, kızcağızın gözünün yaşına bakmadan vermiş başkasına. Bizim Sapa da duyunca koca tümene sığamaz olmuş. Birkaç gün hiçbir görev vermedim. Kafasını dağıtsın istedim ama baktım olmuyor; “İstersen izim vereyim sana” dedim “Atla trene memleketine git”. “Gidip de ne yapacağım komutanım?” diye cevap verdi “ Gene en iyisi asker ocağı. Yanarsam burda yanarım” Ah Sapa! Bir de benim içimdeki yangınları bilseydin. Bir gün anlatırım sana da. Belki de birlikte olacağımız o uzak topraklarda! * * *
Sonunda o hariç, herkes geldi ve sofraya oturduk. Sohbet koyulaşıp, kadehler dolup boşalmaya, meze tabakları eksilmeye başlayınca herkesin coşkusu geri geldi. O kadar ki bahçede çıkan gürültü yandaki apartman sakinlerini bile meraklandırmıştı. Perdeler birer ikişer açılıp, meraklı bakışlar bize çevrildi. Eskiden baştanbaşa, bahçeli, su kuyulu, ahşap evlerin süslediği mahallemiz; yavaş yavaş dikilen apartmanlarla değişmeye başlamıştı. Henüz o geleneksel ahşap Üsküdar evleri çok baskındı ama bu manzara kısa zamanda değişecek gibi görünüyordu.
Aslında bu gece çalmak içimden gelmiyordu ama ısrarlar üzerine udu elime aldım. Gayri ihtiyari, her zaman çaldıklarımı değil, hüzünlü parçalarla giriş yaptım. O kadar ki arkadaşlardan biri daha fazla dayanamadı:
- Yahu İnal, ağlamaya mı çağırdın bizi buraya? Neşeli bir şeyler çal da havamızı bulalım, demişti kahkahalar arasında.
Aslında hakları vardı. Kendi hüznüme onları da ortak edemezdim. Neşeli bir şeyler çalmaya başlayınca coşku zirve yaptı. Hep beraber ayağa kalkıp oynamaya başladılar. Arkadaşlardan biri eğlenceye çok içten katılmadığımı görünce esini duyurabilmek için kulağıma eğildi:
- Onun yüzünden değil mi? Bir türlü kendine gelemedin.
Ne diyebilirdim? Cevabım acı bir gülüş oldu. Arkadaşım elini omzuma koydu gülerek .”Bu dünyanın sonu değil” der gibiydi.
Gece yarısından hemen sonra herkes bir bir evine gitmeye başladı. Tuhaftır, hiç biri “Allah’ a emanet ol..Kendine dikkat et..Bizi habersiz bırakma “ falan demedi giderken. Oldukça da çakır keyif olduklarından lay lay lom ayrıldılar. Sadece bizim Şekip’le hanımı kalarak, darmadağın sofranın kaldırılması ve bulaşıkların yıkanması için bana yardım ettiler. Onlar da gittiğinde ortalığa derin bir sessizlik çöktü. Her gece koruya gelip şamata yapan martılar bile yoktu. Bir süre karşı yakanın yanı Beşiktaş’ın soluk ışıklarına bakarak yatmaya gittim.
* * *
Ertesi gün elimde bavulum, Haydarpaşa’ya, kalkmasına kısa bir süre kalmış Ankara Ekspresi’nin yanına geldiğimde tam bir sürprizle karşılaştım. Sanki bütün mahalle beni uğurlamaya gelmişti. Sarılıp kucaklayanlar, okuyup üfleyenler, yolda atıştırmak için bir şeyler getirenler…Bunu tahmin edebilsem biraz daha erken gelir, hepsiyle tek tek vedalaşırdım. Treni kaçırmamak için biraz acele edince şimdi aklımda kalan sadece silik hayaller…Sadece evin anahtarını Şekip’e verdiğimi çok iyi hatırlıyorum.