- Kategori
- Felsefe
Vedanâmem – ya da Merhumu nasıl bilirdim...’
(Yazıya konu şahısların hepsi tarafımca uydurulmuştur. Benzerlikler veya uyuşmalar tamamen rastlantıdır.)
“Sayın bakan, saygıdeğer rektör bey, değerli öğretim üyeleri, sevgili konuklar ve kıymetli öğrenciler. Bu kürsüye ‘genç düşünürler, yeni düşünceler’ projesi dahilinde yaptığım ‘Olası Bir Metafüzyon Bilimi Üzerine – Yarının Diyalektiği’ adlı araştırmamın sonucunun böylesine önemli bir günde dile gelmesi gerektiği konusunda hemfikir olmakta üniversitemizin ileri gelen aydınlarının neden haklı olduğunu sizlere kanıtlamak üzere çağrıldım. Ancak gördüğünüz üzere, gelemedim. Çünkü evvelsi gece aranızdan ayrıldım. Öldüm. Ama öleceğimi biliyordum. Birkaç gün önce malûm oldu. Olmasaydı kendi vedanâmemi nasıl yazardım değil mi?! Gelin, birkaç satırlığına da olsa beni ölmemiş farzedin ve yazdıklarımı size kim okursa okusun, ben okuyormuşum, ya da anlatıyormuşum farz edin. Bakın size ‘merhumu nasıl bilirdim’, anlatayım.
Öncelikle sizleri düşüncelerimle belki de idrak gücünüzün en uç noktalarına buyur edip, oralarda aklınızın belki de hiç katedilmemiş henüz karanlık uzaklıklarına ışıyacak olan aydınlığı yolculuğundan alıkoyan yerinde kapıları ardına kadar açıp, bu yolculuğun sonunda netleşen ilmî manzaranın umudun hangi dilini konuştuğunu sizlere tercüme edebileceğimden her dâim emin olan sosyal bilimler fakültesi felsefe bölümü başkanı sayın bayan profesör Ulaşlı’ya, böyle bir proje’ye akademik nefes olup, onu hayata dönüştüren fakülte başkanımız sayın bay profesör Tilki’ye ve bu platformun oluşumunda emeği olan herkese teşekkür ederim.
Ancak bir isim daha var ki, bu ismi bu kürsüde dile getirmek için ‘teşekkür’ü bile yeterli vesile olarak göremiyorum: ‘Ben’, evet, kendimden söz ediyorum. Çünkü ben bu projeye olan katkımdan ya da araştırmalarım boyunca ağıran başımı sıvazlayan yardım elimden dolayı değil, sadece bu süre zarfında beslenebildiğim iyi niyetimden, ışıl ışıl zekâmdan ve bitmek tükenmek bilmeyen umudumdan dolayı ‘teşekkür’den çok daha fazlasını hak ediyorum. Ne acıdır ki hayat bugün burada sizlerin karşısına çıkabilmemde en büyük payı olana, yani bana, hak ettiği yerini alıp beni dinlemesine izin vermedi. Üniversitemizin kuruluşunun beş yüzüncü yıldönümünü haklı, evet haklı olarak kutladığımız şu sıralarda ben geçirdiğim beyin kanaması sonucu girdiğim komadan uyanabilme savaşımımı iki günce kaybetmiş bulunuyorum. Aklımı haklı tıbbî nedenlerle yanına bırakılmadığım kendi baş ucumda bıraktığımı, hatırımdaki o sevecen eşkâlimi ise oditoryumun en güzel yerine oturttuğumu sizlere söylemeden anlatacaklarıma başlayamazdım. Nereye mi? Ne sağınıza, ne solunuza, ne önünüze, ne de arkanıza... ben kendimi başlarınızı havaya kaldırdığınızda göreceğiniz gökkubbenin en temiz mavisine oturttum. Benim gibi aydın bir varlığın ışığı ne kadar yüksekten tepenize düşerse, değeri o kadar katlanır inancındayım. Bu yüzden bugünkü konuşmamın bizzat bana adreslenmiş ithaf yazısı olarak hatırınızda kalmasını diliyorum. Dile getirmeyi düşündüğüm kelimeleri, aklımın en aydınlık köşesine kazılmış benli düşünceleri, ki bunları ilk önce kulaklarınıza, sonra aklınıza, belki de daha sonra idrak gücünüze, yani tasavvurunuza teslim etmek niyetindeyim, bir saygı duruşunu hatırlatır dürüstlükte seçebildiğimi umarım.
Biliyorum, üniversite’nin öngördüğü prosedürü alt üst edeceğim. Biliyorum, birçok üniversite ileri gelenleri kendilerini misafirlerimiz önünde küçük düşürdüğümü düşünecektirler. Biliyorum, bazılarınız yaptığımı yerinde, bazılarınız ise yersiz bulacaktır. İyi niyetimin eseri davranışımın muhtemelen hayâl kırıklığına uğratır etkisine mâruz kaldığını düşünecek olan herkesten şimdiden özür dilerim. Kendini beğenmiş de diyebilirsiniz. ‘Değilim’ diyecek hâlim de yok zaten, biliyorsunuz, ölmüşüm bir kere. Ama böyle bir durumda, yani aklımın başka, bedenimin başka bir yerde olduğu bir durumda, sizlere ‘Olası Bir Metafüzyon Bilimi Üzerine – Yarının Diyalektiği’ adlı konumda olduğu gibi salt rasyonel kelimelerin, düşüncelerin ardı ardına sıralanmayı dört gözle beklediği bir dille hitap edemem. Ben sizlere ancak bu durumun mümkün olduğu, yani akıl ile bedenin başka başka yerlerde olabilmesinin sağlandığı bir âlemde konuşulan dille, yani umudun, hayâlin diliyle konuşabilirim. Hayır, sizlere bilimsel bir konu yerine bir hayâlimi değil, hayâl gibi bilimin kendisini, yani kendimi anlatmak istiyorum. Sizleri bilimsel bir konu üzerine değil, bilimin kendisi üzerine konuşarak aydınlatmak istiyorum. Ancak bugün buraya yalnızca programda vaadedilen konumu dinlemek üzere gelenlere konumun üniversitemiz yayınevi tarafından birkaç gün içersinde basılarak kütüphanelere ve ilgili seminerlere dağıtılacağı haberini de vermek isterim. Tekrar anlayışınıza sığınarak bugün bu kürsü yalnızca ve yalnızca bana ayrılmıştır diyorum.
Kendimden söz etmeden bilimden, benim bilimimden söz etmem mümkün değildir. Çünkü ben bilimin, bilimimin diliyimdir. Beni konuşmak demek, bilimi, bilimimi konuşmak demektir. Yani benim hiç mi bilimden sıyrılabilmiş yanım yok? Hayır, yok! Ama böyle bir şeyi nasıl iddia edebilirim? Çünkü iddiamın, son yedi yılı birlikte yaşadığım sevgili eşim Valeria gibi bir sağlaması var. İnanmayan ona sorar. Ben yine de sizlere iddiamda ne kadar haklı olduğumu aklımda kaldığı kadarıyla kendi anektodumla kanıtlayayım.
Hepimiz bir şampanya şişesinin mantarının patlamadan birkaç saniye önceki etkisini biliriz. Bu durum kimimizde refleks bir yüz kırışmasına, göz yummasına, kısacası kelimenin en geniş anlamıyla bir korkuya neden olur.
‘Genç düşünürler, yeni düşünceler’ adlı proje’nin sonlarına yaklaştığı dönemlerdeydi. Oldukça yorucu geçen bir günün akşamı, kendimin evimde bir bardak şampanya içme teklifini kabul etmiş, akabinde hak ettiğimize ulaşabilmek için evimizin yolunu tutmuştuk. Nihayet eve varmış, aklım misafir odasındaki yerini çoktan almış, ben ise elimde şampanya şişesiyle aklıma geri dönüyordum. Aklım oturduğu koltuktan gördüklerinin etkisinde kalmışlığıyla evimin tuğlalarının kitaplardan ibaret olduğunu düşünüyordu. Ortalıkta duvar namına bir şey yoktu. Duvar yerine yerden tavana kadar kitaplar diziliydi. Aklım kendini bir ilmî kaledeymiş gibi hissediyordu; gizem dolu bir güvencede. Birkaç düşünce sonra elimde şampanya şişesi ağır ağır adımlarla misafir odasında, beni bekleyen aklıma geri döndüm. Önümdeki masaya bir kadeh bıraktım ve yüzümde az önce tarif ettiğim ifadeyle şampanya şişesinin mantarını özgürlüğünden alıkoyan tel örgüyü orasından burasından sallamaya başladım. Sonra, yüzümdeki ifadeyi biraz olsun değiştirmeden aklıma döndüm ve ‘şu gördüğün şampanya şişesi bile başlı başına bir evrendir’ dedim. Aklım neden evetlediğimi bilmez başsallayışla gözlerini buruşturduğum yüzüme dikti.
Ben aklıma anlatmaya devam ettim: ‘Ağzına kadar bilimle doludur. Sana yüzümdeki ifadenin de bu yüzden bilimsel olduğunu söylesem inanır mısın?’
O an şampanya şişesinin mantarı özgürlügüne kavuşmuş vahşi bir kuş gibi bir yere uçtu ve gözlerimizden kayboldu. Ben tekrar eski yüzüme kavuştum. Kadehi doldururken aklıma döndüm ve ‘Ne demek istediğimi anladın mı?’ dedim. ‘Anlamaya çalışıyorum’ dedi. Masadaki kadehi doldurduktan aklıma ‘Afiyet olsun!’ dedim. Koltuğa oturdum ve ‘İzin verirsen anlatayım.’ dedim. ‘Lütfen!’ dedi aklım. Gözlerimi kitaptan duvara diktim ve anlatmaya başladım:
‘Bilime nefes en meta gerçeğimiz korkudur. Bilimi en meta gerçeğimiz korkumuz dünyaya getirmiştir. Doğduğu günden beri korkumuzla beslenmiştir. Korkumuz sayesinde büyümüş, gelişmiştir. Nedir korkumuz? Karanlık. Çocukluğumuzda neden korktuysak yaşlılığımızda da ondan korkarız: karanlıktan. Hep karanlıktan korkarız. Korkumuzun rotası bizi ne kadar her seferinde karanlığın başka bir tanımına ulaştırsa da, sonunda hep o çocukluk yıllarımızın canavarı karanlıktan korkarız. Nedir karanlık? Karanlık bilinmeyendir. Bizim korkumuz, göremediklerimizde gizli olduğunu düşündüklerimizdir. Göremediğimiz için bilemediklerimizin sayısını bir gün sıfıra indirebilme umudumuz sonucu doğmuştur bilim. Yani bilim kendi korkumuza uyarlanmış kendi icadımız terapimizdir. Bilmediklerimizin sayısını azaltarak sonunda daha az korkmayı, hatta bir gün korkumuzu yenebilmeyi umut ederiz. Doğamız bize korkumuzu yenebilmemiz için terapimiz boyunca kullanabileceğimiz ilâcı da laboratuvarında hazırlamıştır: ışık! Karanlıktan korkmanın üstesinden gelebilmenin tek yolu ışığa sarılmaktır; ışığın gözlerimizin önüne serdiği manzarada karanlığın izini sürebilmektir; gördüklerimizden göremediklerimize varabilmektir. Karanlıktan korkmayı yenmenin tek yolu görmeden görebilmektir.
Demek istediğim, karanlıktan göremediğimiz için bilemediklerimizin listesine bir göz atabilmemiz için yapacağımız yolculuk bizi ışığın göz alıcı aydınlığına götürmelidir. Demek ki karanlıkta görebilmemiz için ışığın gözlerimizi kör etmesini sağlayabilmeliyiz. Bildiğimiz anlamda görme yetimizi kaybetmemiz gerekir. Bunu başardığımızda aydınlıktan kör olan gözlerimizin karanlığa açıldığını görebileceğiz. Aslında karanlığın, ışığın, aydınlığın en göz alıcı hâli olduğunu keşfedeceğiz. Ama her şey bu yolculuğumuz boyunca neleri nasıl görüp, nasıl belleğimizde tutmamız gerektiği sorusuna vereceğimiz yanıtın nasıl olacağına bağlıdır.
Her ışığa yolculuk renklerle başlar. Gözlerimizi ve bunun sonrasında da belleğimizi renklere kapayarak ışığa varamayız. Aklımızı ve ruhumuzu doğanın rengârenk manzarasına bulaştırmadan gözlerimizi ışığın göz kamaştırıcı aydınlığına hazırlayamayız. Varlığımızı renklerdirmeden neyi nasıl görüp hatırlamamız gerektiği sorusuna doğru bir cevap veremeyiz. Gördüklerimiz ve hatırladıklarımızın her biri doğanın bir rengine denk değilse, yolculuğumuzu ışıkta bitiremeyiz. Işığın gözlerimizi karanlığa açtığına tanık olamayız.
Demek istediğim, şayet yolculuğumuzu ışıkta bitirmek istiyorsak önce ışığın görebildiğimiz her yerde bize nefes aldığının kanıtını getiren renklerini kendi varlığımızda demetleyebilmeliyiz. Kendi varlığımızda tekrar ışığa dönüşebilmesini sağlamalıyız. Bu olmalı bizi ışığın göz kamaştırıcı aydınlığına götürmesini dilediğimiz yolculuğumuzun rotası. Korkumuz karanlığa gözlerimizi açıp, görmeden görebilmek için çıktığımız ışığa yolculuğumuz bizi tekrar kendimize getirmelidir. Bize korkumuzu yenebilmemiz için kendi derinliklerimizin karanlıklarına inebilmemiz gerektiğini öğretebilmelidir. Bunu öğrendigimizde aslında varlığımızın zamanı geldiğinde doğayı en masum, en temiz kıyafetine tıkıştıran su kadar berrak, bahar geldiğinde onu yaprak yaprak doğuran yeşil kadar taze, yaz geldiğinde onu derece derece azdıran sıcağın rengi kırmızı kadar âsi, sonbahar geldiğinde ise onu tekrar evine çağıran toprağı annesinin rengi kahverengi kadar sabırlı ve vefalı olabileceği umudunu tekrar hissedeceğiz. İşte bu umudu hissetmektir korkumuzu yenebilmemizin yegâne çaresi. Çünkü bu umudu hissettiğimizde korktuğumuz karanlığın aslında ışığın ışımayı bırakıp, her gece olduğu gibi aklımızın ve ruhumuzun dizi ucuna oturup bizlere gün boyu yaşadıklarımızı yorumladığı zamandan başka bir şey olmadığını anlayacağızdır. Demek ki korkumuzu yenebilmemiz için karanlıkta oturup ışığı dinleyebilmeyi öğrenmeliyiz. Bunun tersi ise karanlığa düşünüp, karanlığa konuşmaktır; kendi eseriniz kendi sesinizin karanlıktaki yankısına inanır, kendi anlattıklarınızdan korkmaya başlarsınız. Bu aslında karanlıktan değil, karanlığa yakıştırdıklarımızdan korktuğumuz anlamına gelir. Mâsum karanlığı canavarlaştırdığımız an ise onun âleminden kulağımıza gelenlerin kendi fısıltımız olduğunu inkâr etmeye başladığımız andır. Aslında kendimizden korktuğumuzu itiraf etmektense, karanlıktan korktuğumuza inanmanın daha yerinde olduğuna inanırız. Bu hata mıdır? Hayır, değildir! Hatalarımızdan dolayı insanız. Kurtuluşumuz bile hatalarımıza bağlıdır. Çünkü hatalarımızı fısıldadığımız karanlıktan bir gün hatasız birinin sesinin yankılanacağını umut ederiz. Varlığımızı ihtimâllere borçluyuzdur. Mantığımız ne kadar bu ihtimâllerin tükenebileceği ihtimâlini bize anlatsa da ruhumuz mantığımızın güdümünden uzak son bir ihtimâlin varlığına inanmaktan haklı olarak kendini alamaz.
İşte bu yüzden şampanya şişesiyle uğraşırken yüzümde oluşuveren ifadenin bilimselliğinden söz ettim.’
Aklımın kurmaya çalıştığım ilişkinin ardına varamadığını anlar anlamaz devam ettim: ‘Ne kadar her ihtimâli dikkate aldığını düşünsen de bilmediğin bir ihtimâlin her şeyi alt üst edebileceği itimâline inanırsın; inanmak zorundasın. Bu yüzden de bilmem kaçıncı kez şampanya şişesini açıyor olsan da bu sefer gözden kaçırdığın bir ihtimâlin her şeyi alt üst edebileceği ihtimâline inanır, bu yüzden bilmem kaçıncı kez yüzüne aynı korku ifadesini yerleştirisin. Ne kadar elindeki şişeye nasıl davranman gerektiğini bilsen de, bu sefer yapacağın bir şeyin akıl edemediğin sonuçlara sebep olabileceğini düşünürsün. Tabiî gerçek anlamda düşünmezsin, çünkü artık bu düşüncelerin refleks olmuştur. Bu yüzden şampanya şişesini de onunla girdiğin ilişkiden dolayı başlı başına bir evrene benzetebilirsin. Bu yüzden ağzına kadar bilimle doludur.’
Evet, ‘ben böyle bir insandım!’ deyip mütevâziliğimin rengi gök mavisi yüzünü kızartmak istemem. Bu kutsal görev sizlere düşer. Ama izin verirseniz son bir cümleyle konuşmamı bitirmek isterim:
Lütfen, inanın! Lütfen, bir şeye inanın! Lütfen, sizi umutlandıracak bir şeye inanın! Ama neye inanırsanız inanın, hatta inanmadığınıza inansanız bile, inancınızın sizi kaç satırdır dile getirmeye çalıştığım anlamda herkesi ve her şeyi kendi inancıyla bir araya getirebilecek ışığın aydınlığının ve onun bize görünür kılavuzları renklerinin rengârenk iyi niyetinden başka bir şeye kulluk ettirebilmesine izin vermeyin. Lütfen, inancınızı kendi korkunuzun canavarı karanlığa terk etmeyin. Hepinizi ışığın o göz kamaştırıcı aydınlığına giden rengârenk yolda yanımda görebilmek dileğiyle sözlerimi bitiriyor, herkesten ve her şeyden önce eşim Valeria’ya başsağlığı, beni tanıyan ve tanımayan, seven ve sevme fırsatı bulamayan herkese her şeyin kendincesini diliyorum. Nasıl diliyorsanız, öyle olsun. Dilerim dileğim doğanın, o son ihtimâlin, kulağına ulaşır.
Sayın bakan, saygıdeğer rektör bey, değerli öğretim üyeleri, sevgili konuklar ve kıymetli öğrenciler! Sabır ve ilginize teşekkür eder, bu aydın kurumun bundan böyle yazılacak yaşındaki sıfırların sayısının doğamızı süsleyen renkler kadar sonsuz olmasını dilerim. Ve: öldükten sonra bile kendisini övüyor diyenlere: lütfen, unutmayın, överken daha yaşıyordum. Ve: ‘Amma da kendini beğenmiş, narsist şey n’oolacak?!’ diyenlere: ben sizden başka kimim ki? Sonuçta hayat ağacına sarılan her insanın dalı başka bir yere uzasa da insanlığın kökü tek bir topraktadır: âlem-i ceberut. Ve: şayet yalnızca bu kurumun, ilm-i cedelin, ilm-i âlemin, üyeleri olarak değil, bu dünyayı paylaşan insanlar olarak, bir gün karanlığa akabileceksek, o zaman bunu yalnızca ışığın aydınlığında değil, aynı zamanda suyun berraklığında da yapabilmemizi temenni ederim. Hoşça olduğu kadar ışık ve su da kalın! Herkese uzun ömürler dilerim!”