Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Mart '11

 
Kategori
Deneme
 

Yalnızlık tutuğu

Yalnızlık tutuğu
 

benden


“Seçilmiş yalnızlık güzeldir

Tadını çıkarmak gerek

Yalnızlığın hayat içindeki gücünü yakalamak gerek.” Handan

Kendinle olduğun bir anda; belki gecenin ilerlemiş bir saatinde, ya da sabahın erken bir saatinde; hatta günün orta yerinde birden bire hayat sahnesinde yapayalnız olduğunu sanmaya başlarsın. Yalnızlık bu sanma duyusunun gerçekliğidir ve kişinin bu sanıyı gideremeyeceğine olan inancıdır asıl  hüzün veren .

Bazan yalnızlığı severiz hatta özleriz bile. Ancak bu tür yalnızlıklarımızın geçici bir dinlenme molası olduğunu biliriz. İstenmeyen, mutsuz eden acıklı yalnızlık daha başka bir şeydir. Mutsuz yalnızlık insanın içindeki boşlanmışlık ve terk edilmişlik duygusunun iyice büyüdüğü, hatta insanın kendi varlığına bile dokunamadığı bir zamanın duyumudur.

Senaryo şöyle:
Evlisindir; eşin de severek evlenmiş olduğun biridir. İyi kazandıran bir işin vardır. Çalışkan ve ahlâklı yaşantından dolayı ailen seninle gurur duymaktadır. Arkadaşların seninle birlikte görünmeye can atıyordur. İş arkadaşların sana saygılıdır; en azından dedikodunu yapmaya çekiniyorlardır. Ara sıra apansız gelip yoklayan ve çabucak yok olan bir boşluk sıkıntısı dışında zaman da hızlı ve eğlenceli geçer üstelik. Yine de kendini tanımlamada bir eksiklik duygusu gelir inatla yakana yapışır. Kim olduğunu bilirsin de niye ve nice yaşadığını sanki tam da bilmezsin…

Biri sana farkında olmadığı bilgeliğiyle sıkıntının kökeninde gizli yalnızlık yattığını söylese ne alaycı bir tavırla gülersin di mi ama? Belki de arsız bir tartışmaya bile girersin onunla. Aslında hiç de yalnız olmadığını anlatmaya çalışırsın. “Sen beni hiç tanımıyorsun” diyerek de bunu kanıtlama derdinle dostlarının ve sevenlerinin çokluğundan söz edersin. Ancak yalnız olmadığını ne denli güçlü kanıtlarla savunmaya çalışırsan tuhaf bir içsel duyumla yalnızlığının da o kadar gerçek olduğunu fark etmeye başlarsın. Bu yüzden içine düşmeye başladığın yalnızlık korkusunun ürpertisine karşın kendini inkâra sarılmayı bile seçebilirsin. Asla kendine yakıştıramadığın için yalnızlığının dışarı kaçıp gerçek olma arzusuna isyan edersin.

“Hele eşimle dışarıda şöyle güzel bir gece geçireyim; ya da annemlere bir gideyim, annemin büyümeyen çocuk kurabiyesinden yiyeyim, bak o zaman kim korkar yalnızlıktan” dersin. “Hele arkadaşlarla felekten bir gece çalsam yalnızlık utancından intihar eder” dersin. Bunun aslında günlük iş güç telaşındaki hızlı koşuşturma yorgunluğundan kaynaklanan anlık bir yanılgı olduğuna kendini inandırırsın. Ve o gün bu dediklerinden birini yaparsın ve sonra yatağına geçersin. Gecenin büyüsüne uykunun asla yenilmediği bir anda o yokluk duygusu gene gelir yapışır yakana ve bilinçiçinden zıplayıp kalbindeki mezarı açar; mezar boştur ve sen anlar gibi olursun; yalnızlığın boş bir mezar gibi görünmeye başlar…

Gönlün daralır; evin, işyerin, arkadaş ve dost meclisleri, sokağın ve nihayet şehir sana dar gelmeye başlar. Her şeyi bırakıp ardına bakmadan gitmek, yalnızlığına dokunabilmek, mezarını doldurmak istersin. İşte bu çırılçıplak kaçıp gitme arzusu en duyulabilir gerçek olarak hüzünlü yalnızlığın ta kendisidir. Kaçmayıp da yalnızlığına yiğitçe tutunarak mezarını doldurmaya çalışanların yalnızlık acısı duymayacağı kanısındayım. Onlar yaşantılarıyla kendi ruhlarını onurlandırmayı seçmiş olanlardır.

Zamanla çevrendeki sevinçler ya da hüzünler senin için sıkıcı bir gündelik yaşam angaryasına dönüşür. Ne coşkuyla sevinen, ne acıyla ağlayan seni heyecanlandırır. Bazı insanlar çelik gibi sağlam sinirlerin olduğunu, bazıları da kaya gibi gerçekçi olduğunu konuşmaya başlamıştır. Bunların ikisi de olmadığını bilirsin, ama kime anlatabilirsin kendini boş bir mezar gibi hissettiğini? Kimse ciddiye almaz, çünkü herkes seni efendi bir koca, iyi bir baba, dost canlısı ve arkadaş tatlısı kalabalık bir adam bilir. En iyisi susmak dersin, bu kez de suskunluğunu anlatman gerekir. Baktığın insanların gözlerinde suskunluğuna cevap bekleyen bir soru işareti görmeye başlarsın. Birinin gözlerine yaslandığımızda en tehlikeli an kendi yalnızlık labirentimizde kaybolmaktır… Anlatamazsın; “yok bir şey; iyiyim ben” diyerek geçiştirirsin. Zamanla nasılsa alışırlar suskun haline; hatta, “sessiz sakin, çok efendi” demeye bile başlarlar. Ayrıca nasıl anlatılır ki suskun kalmanın yalnızlıkta saklanmanın bir gereği olduğu? Anlatabilseydin görünür olurdun ve yalnızlığın da kaybolurdu zaten… Fakat sen yalnızlığınla görünür olmaktan korkarsın; kendine bile suskun kalmayı yeğlersin bu yüzden? İşte budur yalnızlığa tutuk olmak...

Çevren ve ailen seni boğacak bir mutluluk seline dönüşürken sen yalnızlığın zirvesinde başarılı bir yaşam sürdürmek zorunda olduğuna en şahane ödüllü bahaneler üretirsin. Arabanı yenilersin, büyük bir yatırım işi kaparsın, kaptanlık kursuna gidersin; medyatik davetlerde kameraya gülümsersin; doğum günü, evlenme günü, sevgililer günü, bayram seyran der gidersin… Zaman hızlı ve eğlenceli akar; ancak bir gün ansızın ürpererek anlarsın; aslında mutlu yaşamadığını, sadece mutlu etme oyunu oynadığının farkına varırsın. En çok da bundan ürkersin. Maddi ve manevi varlığınla mutlu etmeye çalıştığın insanlar mutluluk oyunu oynadığını fark edecekler diye ödün kopar. Çünkü bu fark ediş onlara duyduğun sevginin samimiyetine de kuşkunun gölgesini düşürecektir.

Bir yandan birilerinin seni dinleyip anlaması için dua ederken, bir yandan da bu kişinin evinden, iş yerinden, mahallenden, seni yakından tanıyan biri olmasını istemezsin. Yalnız birisi olduğunun anlaşılmasından korkarsın. İşte bu korku seni kalabalık bir yalnızlığa mahkûm eder... İtiraf etmeliyim ki bu yalnız adamı sevenlerin işi de çok zor, çünkü insanları söyledikleriyle değil de sakladıklarıyla anlamaya çalışmak da aslında berbat bir yalnızlıktır…

Yalnızlığa alıştığını ve hayatını böyle sürdürmeyi kendine kader yaptığını fark eden insan içsel bir bir paniğe de kapılabilir; her an kara bir boşluk içinde uyanacak da hızla sonsuz bir yokluğa dağılıverecekmiş gibi hisseder... O vakit bir zırh örer kendine; hayattan bir şey beklememek ve eldekilere efendice kanaat etmek niyetiyle... Böylece yalnızlığın soğuk dokunuşlarından kendini sakınmaya çalışır, ama yalnızlığına yanaşabilen bir insanın sıcaklığını da artık duyamaz hale gelmiştir. Yalnızlığını kendisine bir onur zırhı yapanlar geceleri ruhlarını bile yalnızlık zırhıyla giydirip öyle uyurlar... O zırhın içinden kendini sevdirmesi artık zırhın soğuk dokunuşlarına alışmaktan bile zor gelmeye başlamıştır. İşte bu insan tam bir yalnızlık tutuğudur…

Sırf görüşüyor ve konuşabiliyor olmak yalnızlığı def etmeye yetmez. Gönüller kucaklaşmayınca mahşeri kalabalıkta bile yalnızlık sarar insanı...

Acıtan yalnızlığı güçlü görünmek adına kendinize sır yapmayın. Onu ne kadar erken dışarı çıkartırsanız sizi yalnızlığınızla kucaklayacak bir dostun gönüldaşı olma fırsatınız ve gücünüz çoğalacaktır. Yalnızlığın kendisi paylaşılabilir bir şey olmasa da yalnızlığın acısı paylaşılabilir.

Acıtıcı olan tek başına kalmak değil; insanın içinde büyüyen hiçlikteki yalnızlık duygusudur. İnsanın içinde boş dünyalar gibi şişen yalnızlık öyle berbat bir duygudur ki, insanın o an ölüme bile sarılası gelir. Yalnızlığın buruk acısını çeken için ölüm bu acıyı dindirmeyi vaat eden tek umut haline gelmişse, kişi o noktada artık kendi gölgesini bile kaybetmiştir. Gene de ölümlü olduğum için sonsuz yalnızlığın tutsağı tanrıların beni ölesiye kıskandığını düşünürüm…

*Bir şarkı sözü:
“Yalnızım dostlarım, yalnızım yalnız”
Bu söz sahte dostluğu mu, yoksa yalancı yalnızlığı mı anlatıyor? Çünkü insanın yalnızlığını açabilecek dostu olduğunda yalnızlık yalan olur; dostları olduğu hâlde insan kendini yalnız hissediyorsa ya dostları yalandır ya da kendisi dostluğun kadrini inkâr edecek kadar yalan olabiliyordur…

Muharrem Soyek
***

 

 
Toplam blog
: 363
: 1765
Kayıt tarihi
: 04.08.08
 
 

Parasız yatılı Darüşşafaka Özel Lisesi'nde iki yılı hazırlık sınıfı olmak üzere yedi buçuk yıl ok..