Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Nisan '19

 
Kategori
Öykü
 

Yansıma

Salona girdiğinde önce çekinerek etrafa bakındı. Kendisine umursamazca bakan bir iki göz dışında kimse gelişiyle ilgilenmemişti. Rahatladığını hissetti. Köşede cam kenarının yanında olan bir masaya yöneldi acemi yürüyüşlerle. Ses çıkarmamaya özen göstererek sandalyeyi geriye doğru çektikten sonra masaya oturdu. Etrafına bakındı tekrar elinde olmadan. Üzüntüyle iç geçirerek camdan dışarıya baktı.

Öğle güneşi dökülmüş süt lekesi gibi her yeri sarmıştı. Yoldan geçen insanlara baktı çaresizce. Yüreği sıkışır gibi oldu. Bakışları tekrar salonun içine döndü. Umutsuzluğu ve kederi günden güne artıyordu. Bir süredir tuttuğu bir sır içini bir kurt gibi kemiriyordu. Hastaydı. Kimseye söyleyemeyeceği bir hastalığa tutulmuştu. Bu yüzden kederi iki misli artıyordu. Birilerine söylese, dert yansa belki daha katlanabilir olacaktı bu meret. Ama doktorlara bile söylemeye cesaret edemediğinden hastaneye bile gitmemişti. Bunu kaderi olarak görüyor ve bu şekilde yaşamaya alışmaya çalışıyordu.

Hastalığı belki de insanlık tarihinin ilk anlarından beri kimsede ortaya çıkmamıştı. Onun hastalığı; herkesi aynı görmesi, kimseyi diğerinden ayırt edememesiydi. Kadın, erkek, genç, ihtiyar, çocuk herkes aynı kişiydi sanki. Ve bu yüz o kadar garip bir yüzdü ki, tarif etmek mümkün değildi. Güzel mi, çirkin mi, iyi mi, kötü mü, belirgin bir şekli var mı, yok mu, erkek yüzü mü, kadın yüzü mü, bunları ayırt etmek imkansızdı.

Başlarda delirme noktasına geldi. Günlerce eve kapanarak, hiç bir insanla karşılaşmak istemedi. Telefonu kapattı, televizyonun fişini çekti, kapıyı kimseye açmadı ama ancak bir hafta dayanabildi. Bu süreçte sürekli kitap okuyarak romanlardaki farklı karakterleri, farklı yüz tasvirlerini hayal ettikçe rahatladığını hissetti. Ara ara bu yüzler yine karışarak tek bir yüz haline geliyor olsa da bu etkiden çabuk sıyrılarak herşeyin eski günlerdeki gibi olduğuna kendisini inandırmaya çalıştı. Buna rağmen bu hastalığa neden yakalanmış olabileceğini düşünmeden edemedi. Kendisini bir çok açıdan test etmişti; yok delirmemişti. Ya gözlerinde ya da beyninin bir bölgesinde garip şeyler oluyordu. Doğaüstü olaylara inanmak gibi bir adeti yoktu. Kesinlikle bilimsel açıklaması olan bir durumdu bu. Bir haftanın sonunda belki geçici bir şeydir ümidiyle kapalı kalmaktan bunalmış bir halde dışarı çıktı.

Bir resmi dairede memurdu. Sıradan bir hayatı vardı görünürde. Sabah zar zor uyanır, yarı uykulu gözlerle metroya biner, metroda uyuklayarak işe gelirdi. İş yerinde kimseyle samimi değildi. Küçük odasında masasının üzerine yığılmış evrakları garip ve yorucu bir sabırla bilgisayarına işler, arada tuvalete inmese dışarıya çıkmadığı odasında akşamı ederdi. İş yerindeki en büyük lüksü telefonundan müzik açarak bu fonda iş yapmasıydı. Bazen müdürün yakınlarda olabileceğinden tedirgin olarak müziğin sesini kısardı ama genelde bu keyfine karışan olmazdı. İş arkadaşları onu biraz gizemli ve sert bulurdu. Genelde saygı görüyordu fakat insanların kendisine yanaşmasını engelleyen garip bir enerjisi vardı. Bu yüzden iş yerinde bazen canı sıkılsa da arkadaşlarıyla kaynaşmak için bir ortamın oluşması hiç mümkün olmamıştı.

Genelde efkarlı ve kederli bir hali vardı. Kendisini çoğu zaman mutsuz hissederdi gerçekten de. Hayallerinin hiçbirisini gerçekleştiremediğinden ve hiç bir işi umduğu gibi gitmediğinden hayata küsmüş ve yılmış bir hali vardı. Genelde kibardı ama tahammülsüzdü. İnsanlara karşı bu tahammülsüzlüğünü belli etmemek için kendini çok zorlamak zorunda kalırdı. Çünkü olabildiğince karşısındaki insanı kırmamaya çalışırdı. İşten çıkınca oyalanmadan eve giderdi. Eve gelince de her gün yaptığı rutinlerini bıkmak bilmeden tekrar eder, yaşadığı hayatın verdiği pişmanlıkla yatağa girerdi. Neredeyse her günü böyle geçerdi.

Onu hayatta tutan şey bir zamanlar hayalleri ve evliliğiydi fakat iki sene önce eşinden ayrıldıktan sonra artık sadece hayalleriyle yaşıyordu. Gerçekleşmeyeceğini içten içe bildiği, gerçekleşsin diye samimi bir çaba göstermediği ama hep orada olmasının verdiği güvenle yaşama tutunabildiği hayalleri... Sanki onların varlığı ulaşabilmesinden önemliydi. Böylece bir gün bu çileli hayatından kurtulacağı ümidi hiç sönmüyordu içinde. Hayallerini gerçekleştiremeyecek olsa bile onları gerçekleştirebilme ihtimalinin en azından teorik olarak varlığı onu rahatlatıyordu. Geçen aydan bu yana bu düşüncesi biraz sarsılmaya başlamıştı. Çünkü 42 yaşına girmişti geçen ay. Ve hayalleri gittikçe ufkun arkasına doğru akıyordu. Hayallerinin gerçekçiliği azaldıkça daha mutsuz, daha kederli oluyordu. Mutsuzluğu ve kederi arttıkça yaşamak anlamsız geliyor, anlamsız gelen yaşam ise gözünde küçülüyordu. Bu yüzden insansı düzenleri saçma bulmaya, toplum denilen çıkarcı kitlenin kurallarını sorgulamaya başlamıştı. Artık yaşamaya konsantre olamıyor en basit mevzularda bile tutarsız ve mantıksız cümleler kuruyor, eylemlerde bulunuyordu. Yaşamak günbegün ağır geliyordu kırgın yüreğine.

Evden çıkar çıkmaz, alnında terler birikmeye başladı. Gözleri sürekli önündeydi. Yanından geçtiği insanların sadece bacaklarını veya ayaklarını görebiliyordu. Başına geçirdiği şapkanın siperini daha bir aşağı indirdi. Şimdi birisine bakıp derdinin geçip geçmediğini test etme zamanı değildi. Denizi görmeliydi ilk. Ancak o zaman kendisinde başını kaldırmak için cesaret bulabilecekti. Hızlı adımlarla sahile giden yolu arşınlamaya başladı.

İçinde uzun zamandır hissettiği boşluk bir daha sızlamaya başladı. Bu isimlendiremediği boşluk bir çok şeye olan inancını da alıp götürmüştü. En çok da kendisine olan inancını. Kendisine yabancı olduğunu hissetti. Nasıl birisiydi, nasıl biri haline gelmişti; çıkarımda bulunması imkansızdı. Her şey koca bir mutsuzluk girdabının etrafında dönüyordu sanki. Her şey birbirine karışmış birbirini içine geçmiş gibi etrafında dönüyor onu eninde sonun saracak ve gittikçe daralan bir halkaya dönüşüyordu.

Güneş olabildiğince cömertçe ışınları yaymış, renkleri bir kaç ton açmıştı. Yakıcı fakat rahatlatan bir sıcaklık ikram ediyordu canlılara. Sahile yaklaştıkça insan kalabalığı da artmaya başladı. Özellikle turistlerlerin gelmesiyle kasaba insan akınına uğramıştı fakat daha erken olduğu için o büyük kalabalık henüz oluşmamıştı. Yanından geçtiği insanların yüzlerine bakmamak için  boyun kasları sızlayacak kadar kendini zorluyordu. Yapmamak için kendini zorladığı şeye insan garip bir çelişkiyle daha çok arzu duyuyordu.

Denizin yosun ve tuz kokan serinliği sahile yaklaştıkça artıyordu. Martıların tiz çığlıkları, sahilde tezgah açan satıcıların bağırışları, çocukların sevinle gülüşmeleri, kah başıboş kah boynunda tasmayla gezdirilen köpeklerin havlamaları buradan duyulabiliyordu. Birden arkasından birisinin seslendiğini duydu. Biranda vücudunu buzdan bir elin baştan sona sıvazladığını hissetti. Sesine bakılırsa bu Tuncay'dı. Mahalleden çocukluk arkadaşı. Beraber kız tavlamak için mahallerindeki lisenin önünde bekleyerek, gizli gizli sigara içtikleri Turgay. Yaş kemâle erdikten, kişilikler yavaş yavaş şeklini almaya başladıktan sonra samimiyetleri gittikçe azalmıştı. Bir süre sonra da sadece yolda karşılaştıklarında birbirlerine selam verip ayaküstü bir kaç kelime konuşur oldular. O da havadan sudan muhabbetler oluyordu her zaman. Şuan kimseyle konuşması mümkün değildi. Anlık bir tereddütten sonra hızını arttırarak yürümeye devam etti. Fakat Tuncay'ın tekrar tekrar seslenerek arkasından geldiğini sürekli şiddeti artan sesinden anlayabiliyordu.. Sonunda omzuna bir el dokundu. Deminki hayali elden daha soğuk bir etki yaratmıştı bu dokunuş vücudunda. Mecbur durdu ve başı önde olmasına rağmen ona döndü. Muhakkak Tuncay'ın çiçek bozuğu yüzünde nasıl olduğunu bildiği şaşkın bir ifade vardı. Bunu düşündükçe iyice gerildi. Sonra elinde olmayarak tekrar arkasını dönüp hızla koşmaya başladı. Tuncay, bu durum karşısında şaşkına dönmüş olacak ki, ne sesini duydu ne de arkasından geldiğini hissetti.

Telaşla ve korkuyla koşmaya devam etti. Karşısına bir ağaç veya direk çıksaydı muhakkak ciddi bir yaralanmaya sebebiyet verecek şekilde çarpacaktı. Arabaların vızır vızır gittiği yolu hiç duraksamadan geçti. Tabi bu esnada bir araba lastiktiklerini ciyaklatarak ve kokutarak ona çarpmamak için son anda durmuştu. Nihayet sahili çevreleyen kayalıklardan aşağı atladı ve sahilin sıcak ve ince sarı kumlarına ayaklarını bastı. Şapkasının siperini hafif hafif kaldırıp görüş alanını genişleterek insanlardan uzak tenha bir yer aradı ve iki yüz elli metre kadar ilerde böyle bir yer gördü. Kazara da olsa insanların yüzlerini görmemek için sürekli ayaklarına bakıyordu.

Denizin sesi duyunca dört yıl önce vefat eden annesinin sesini duymuş gibi içine ılık ılık bir şeyler yayıldığını hissetti. Artık ulaşmak istediği noktadaydı. Yer yer korkulukları çürüyüp dökülmüş bir iskeleye çıkarak en uç noktasına kadar yürüdükten sonra ayaklarını suya doğru sarkıtarak oturdu. Başını kaldırıp masmavi denizin bir çayır gibi geniş ve canlı yüzeyine baktı. Stresli geçen onca günün sonunda ilk defa gülümsedi.

Bu hastalık biranda gökten iner gibi gelmemişti başına. İlk zamanlar hiç tanımadığı insanları bile sanki bir yerde görmüş hissine kapılmaya başlamıştı. Bu yüzden sürekli "onu nereden tanıyordum, bunu nereden tanıyordum" diyerek kendi kendini yeyip duruyordu. Sonrasında bu tanıdık gelen simalar gittikçe artmaya ve birbirine benzemeye başladı. Çok sürmeden de o ifadesiz ve manasız yüz tüm yüzler oldu. Artık rüyalarında bu yüz vardı. Hatta anılarındaki yüzler bile bir bir silinerek yerine bu yüz gelmişti. İnsanları sadece seslerinden veya vücut yapılarından ayırt etmeye başladı. Bu şekilde hastalığını gizlemeyi başarıyordu fakat zaten mutsuz geçen hayatı tam bir işkenceye dönüşmüştü.

Bir martı iyice denizin yüzeyine yakınlaşıp (Sanki denizi okşamıştı) tekrar geniş kanatlarını çırparak yükseldi. Aynı martı tam üzerinden geçerken ağzından bir şey düşürdü. Küçük bir balık mıydı yoksa bir simit parçasını bilmiyordu ama tam önünden geçerek denize düşmüştü bu şey. Gayri ihtiyari cismin düşüp suyun minyatür kollarını ortaya çıkarttığı yere baktı. Cismin etkisiyle dalgalanan su durulunca denizde yansımasını gördü. Tam üzerindeki beyaz bulutlar bir tuval gibi aydınlatmıştı suyun yüzeyini. Aynaya bakıyordu sanki. Kendisini görür görmez sırtına bir hançer yemiş gibi doğruldu. Neredeyse bu hastalığın başladığını hissettiğinden beri aynaya bakmadığı fark etti acıyla. Sonra hiç tereddüt etmeden oturduğu iskeleden kendisini usulca suya bıraktı.

 
Toplam blog
: 50
: 445
Kayıt tarihi
: 19.05.12
 
 

1983 yılında doğdum. Hayatın yoğunluğundan fırsat buldukça yazarak rahatlamaya çalışıyorum. Yazma..