Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

29 Ekim '07

 
Kategori
Sanat Eğitimi
 

Yapılan Yanlışlıkların Sıkıntısını Resim öğretmenleri Çeker

Yapılan Yanlışlıkların Sıkıntısını Resim öğretmenleri Çeker
 

Ressam ve Sanat Eğitimcisi Cemal BİNGÖL 1937 yılında Çiçeceği burnunda bir resim öğretmeni. Atandığı ortaokulda başından geçenleri resim öğretmenlerine örnek olabilecek yöntemleri arkadaşına yazdığı mektuplarla bakın nasıl anlatıyor.

"Sevgili dostum,
Gösterdiğin ilgiden duygulandım. Bütün denemelerimi arkadaşlara, özellikle sana anlatmaktan kıvanç duyarım bilirsin. Nasıl olmuşsa bunu atlamışız. Demek yazıyle açıklayacakmışım. İsteğine uyarak bu gün bir öykü niteliğinde olan olayı taaa.. başından alacağım:

Resim öğretmeni olarak ilk atandığım ilin ortaokulunda, öğretmen ve yöneticilerle tanıştıktan sonra, ders çizelgemi almış, otele dönüyordum. Yolda içimde bir tedirginliğin, bir umutsuzluğun belirdiğini duydum. Biraz düşününce bunun yarın gireceğim ilk derste ne yapacağımı, dersi nasıl göstereceğimi bilememenin verdiği sıkıntıdan geldiğini anladım. Gerçekten ne yapacaktım? Biliyorsun ilkokul resim dersleri için bir yöntem var. Ortaokullar için durum böyle mi? Yıl 1937. O zaman,dünyanın hiç bir yerinde 12 - 18 yaş arasındaki gençlere resim dersini gösterecek ortak bir yöntem uygulanmıyor.

Başladım eski defterleri karıştırmaya. Genç iki Fransız ustasının, gönderdiğim desenler için yaptıkları eleştirmeleri, sergilere verdiğim resimleri, gazete ve dergilerdeki yazılarımı düşünüyor; güvenimi arttırmak, kendime bir destek bulmak için her yola başvuruyordum. Ama boşuna... Dönüp dolaşıyor, sonunda: "Onlar ayrı, bu iş ayrı" diyorum. Geceyi düşünerek geçirdim. Sonunda karar verdim. Bu resim öğretmenliği sevdasından vazgeçecek, Ankara'ya dönüp, tarih öğretmeni olmak için yeniden bir öğrenime başlıyacaktım. Tarihi seçişim, olabilir ki yolu yöntemi bilindiği kanısında oluşumdandı. Tasam biraz dağılmıştı. Ancak, bu kez de yol parasını bulma sorunu çıkmıştı karşıma. Ay başına iki gün vardı. Maaşı almayacaktım. Şu var ki arkadaşlardan ödünç para almak için yine de ay sonunu bekleyecek, sonra bu ilden ayrılacaktım. Üç dersim vardı bu süre içinde. Bunları gelişigüzel konuşmalarla geçirebilirdim, ama bu hareketim, deslere girecek yöneticilerin yermelerine yol açabilirdi. Onun için sınıftaki konuşmalara öğrencilerin toplumsal durumlarını inceleme süsü verebilecek bir plan hazırladım. Böylece çocukları da oyalayacaktım.
Ertesi gün derse girdim. Çocuklara:

Ben yeni gelen öğretmeninizim dedim.
Kendimi tanıttım. Yalnız hangi dersin öğretmeni olduğumdan hiç söz etmedim. Çünkü: O sırada ben de bilmiyordum. Başka bir dersin öğretmeni olarak yetişmeye karar vermiştim. Böylece dolaylı olarak sınıfa durumumu açıklamış oluyordum aklımca. Oysa çocuklar konuşmalarımda bir eksiklik sezmişlerdi. Hakları da vardı, öyle ya, girdiğim ders belliydi. Onu tekrarlamam,"Resim öğretmeninizim" demem gereksizdi onlar için. Demek ben, yalnızca dersi nasıl göstereceğim değil, çocuğu da bilmiyor tanımıyordum. Bu acı gerçek karşısında büsbütün sarsılmış, sanki güvenimi tümden yitirmiştim. Şu var ki bir kere sınıfa girmiştim ne olursa olsun dersi bitirmeliydim..."

"....Son bir çaba kendimi toparladım ve:
Sıra şimdi sizin. Önce adınızı ve soyadınızı, bilenler boy ölçüleriyle kilolarını bana yazdıracaklar. Sonra babalarınızın işini, hangi mahallede oturduğunuzu, kaç kişilik bir aile olduğunuzu, evinizdeki yaşamanın en belirli bir yönünü, sözgelişi sık sık konuk gelmesi ya da gidilmesi gibi, varsa müzik veya başka bir sanatla ilgili yakınlarınızı. Belli bir yatma saatinizin olup olmadığını, derslerinize nerede ve nasıl çalıştığınızı. Evde en çok kimden çekindiğinizi anlatacaksınız. Ben de sizi tanıyacağım dedim.

Çocuklar, soluk almadan duruşları ve pırıl pırıl yanan gözleri ile resme susadıklarını söylüyorlarmış gibi geldi bana. İçim burkuldu birden. Yitirdiğim zamana, içimde bulunduğum duruma acındım. Sıranın başındaki çocukla üç beş dakika oyalanmış, sonra ikinci çocuğu kaldırmıştım. Çocuk söze yeni başlamıştı. Birden sınıfın en arka sıralarından gelen bir hıçkırık sesi hepimizi şaşırttı... 11 - 12 yaşlarında çelimsiz bir kız çocuğu, büyük bir acıyle ağlıyordu.. Jiletle elini parmağını kestiğini sandım. (O yıllarda "Kalemaçacağı" yerine jilet kullanılıyordu.) Zaman yitirmemek için olduğum yerden:
Nen var yavrum, ne oldu?
diye sordum. O, bir yandan ağlıyor, bir yandan da:
Ne olur öğretmenim, bana resim yaptımayın. Size tarih kitabını baştan sona yazar getiririm. Ben resim yapamıyorum, diyordu. İşte tam bu sırada, odanın karşımdaki tavana yakın sağ köşesini, şimşek gibi bir ışık yarmış ve içeriye girmişti. "Bana öyle gelmişti" diyemiyorum., çünkü, ben yarılan duvarı ve ışığı gerçekten görmüştüm. Kendi kendime: "Buldum, buna resim yaptırırsam herkese yaptırırım. Yolunu da yine ondan öğrenirim. Öyleyse benim fakültem burası. Profesörüm de bu çelimsiz kız" dedim. Çocuğa yaklaştım. Kendimi bir kaplan gibi güçlü ve yırtıcı buluyordum.

-Yavrum, resim filan yapmıyoruz ki. Nereden çıkarıyorsun bunu?
-Bir ders iki ders yaptırmazsınız ama üçüncü ders yaptırırsınız.
-Yavrucuğum ağlamayı bırak artık. Bak konuşamıyorsun.
-Korkuyorum öğretmenim, ne yapayım? Elimde değil.
Bu arada kararımı ,uygulama yolunu kestirmiştim. Yine de bir kumar oynadığımı biliyordum. Çünkü her şey çocuğun sorularıma vereceği karşılığa bağlıydı. Yapılacak tek şey vardı. Öyle yaptım. Kararlı ve kesin bir sesle:
-Öyleyse sana resim yaptırmayacağım. Korkma. Seni çok sevdim, hiç üzmek ister miyim? Yalnız bir koşulum var. Sen de onu kabul eder misin?
-Kabul ederim öğretmenim.
-Öyleyse kürsüye geçip öğretmen sen olacaksın. Bu dersi nasıl istersen öyle yöneteceksin. Ben de, senin yerine oturup öğrenci olacağım. Yalancıktan değil; gerçekten sen öğretmen, ben öğreci, anlaştık mı? Ya da oturur bütün sınıfın bütün sınıfın resim ödevlerini sen yaparsın.
-Peki,
diyerek yerinden kalktı, yadırgamadan kürsüye geçip oturdu.,
Sonra:
-Herkes tarih kitabını çıkarıp çalışsın, dedi ve:
-Çıt istemem
diye de uyardı, sonra önündeki kitaba daldı.."

"...Sanki biraz önce ağlayan o değildi. Birdenbire davranışları değişmiş, kişiliği ortaya çıkmış, kendine güvenen bir insan oluvermişti. İşin hoş yanı çocuklar da olayı doğal karşılıyor, söylenileni yapıyorlardı. Ben de sırada bulunan kitaplardan birini açtım, ellerimi şakaklarıma dayayıp düşünmeye başladım.

Çocuğun ağlaması , resim yapma kıvancından yoksun kalmasından olacaktı. Resim yapamayışı ağlamasını gerektirmezdi. Çünkü çocuklarda bizdeki gibi bir resim kavramı yoktu. Genelleme yapmama yetecek çapta olmasa bile, yine de gördüklerime dayanarak diyebilirim ki, onca resmin biçim olarak kendisi değil, yapılması için tüketilen çaba ve ortaya konan düşün önemliydi. Resim bu çaba ile yoğrulduğu için çocuğa konuşması, gülmesi gibi yaşama kıvancı veriyordu. Resim yapma davranışının çocuk için bir ihtiyaç sayılmasının nedeni bu olmalıydı..."

http://www.mehmetkapcak.com
 
Toplam blog
: 78
: 1725
Kayıt tarihi
: 07.05.07
 
 

1947 yılında Mazıdağı'nda doğdu. İstanbul İlköğretmen Okulu'ndan mezun olduktan sonra; İstanbul A..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara