Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ağustos '09

 
Kategori
Ramazan
 

Yaşadık ve öldük... Ya sonra?

Yaşadık ve öldük... Ya sonra?
 

Çoğu zaman dünyaya kendimizi öyle kaptırıyoruz ki, eş, dost, akraba ziyaretleri bile unutulup gidiyor. Özellikle ekonomik durumu normalin altında olanlar (bugün toplumun büyük kesimi) günlük geçim gailesi yüzünden çok dar bir çevrenin dışına çıkamıyorlar.

Yıllardır görüşmediğiniz bir arkadaşınız, bir yakınınız sizi arıyorsa, kesin biliyorsunuz ki mutlaka size işi düşmüştür. Yoksa “düğün değil, bayram değil, eniştem beni niye öptü?” diye düşünün durun.

Gerçekten düğünler, bayramlar, bir de cenazeler, akrabaların, dostların, tanıdıkların bir araya gelebildiği özel günler… Eğlenceyle, coşkuyla geçen düğün bayram günleri de insanın aklını başına getirmiyor da, ölümcül olaylar, insanı oldukça derinden düşündürüyor.

Şu dünyada bize verilen süre kadar yaşayıp, sonra gideceğiz. Gideceğiz de nereye? Bizim inançlarımıza göre topraktan yaratıldığımız ve tekrar toprağa döneceğimiz için, ölülerimizi mezarlıklara gömüyoruz. Sadece bir kefenle, yerin altına, kazılmış bir çukura en sevdiğimiz insanları bırakıveriyoruz.

Çıplak ayakla toprağa basmaktan korkanlar, evin herhangi bir yerinde küçücük bir böcek görse ürperenler, her türlü haşeratın bulunduğu, kaçıp gitmek bir yana, yerinden kımıldamanın bile imkânsız olduğu bir mekâna hapsediliyorlar.

Gönlümüz, böylesine bir sondan rahatsız olduğu için, hemen kendimizi teselli ediyoruz. “Toprağa konulan bedendir. O şu anda hiçbir şey hissedecek durumda değil. Hissin merkezi candır, ruhtur, o da ölüm ânında bedeni terk etmiştir.”

Aslında bu söylediklerim mantıklı olarak düşünüp kendi vardığımız bir sonuç değil. İnandığımız İslâm dininin öğretisi böyle. Akla mantığa da aykırı değil. Peki can dediğimiz, ruh dediğimiz soyut varlıklar nerede? Ayrı bir mekândalar mı, birlikteler mi, ne bekliyorlar, nasıl bekliyorlar, ne zamana kadar bekleyecekler, zamanları nasıl geçiyor, bir süreleri varsa o süre sonunda ne olacak?

Bütün bu sorular, akılla bulunması ve bilinmesi mümkün olmayan sorulardır. Din, bu gibi cevapsız soruların sorulmasından insana herhangi bir fayda gelmeyeceğini, bu sebeple de bunları sormaktan vazgeçip inanmamızı öğütlüyor.

Hiçbir tabuya inanmayalım diyen babayiğitler, bu nasihata uymayıp istedikleri kadar soru sorabilirler, o tabii kendi bilecekleri iş.

Sorularına cevap alamasa da felsefî olarak bu türlü konuları tartışmak isteyenlerin, düşünce sınırını zorlamadan, yani akıllarına zarar vermeden

dilediklerini yapmalarında da bir beis yok.

Ancak bir de, gerçekten ortada “can” gibi, “ruh” gibi, algılanmaya muhtaç muazzam kavramlar varken, “hayata bir kere gelinir, öldün mü her şey bitti” diyenler, işi hiç uzatmadan, kestirmeden sonuca gidenler var.

İlk bakışta bir çocuğun bile anlayabileceği kadar yalın bir gerçekmiş gibi görünmesine rağmen, bu sonucun sebepleri üzerine düşünmeye kalktığınızda, yine cevapsız birçok soruyla karşılaşıyorsunuz.

O zaman neden dünyaya geldik? Yaratılışımızın amacı ne? Niye “akıl” gibi bir nimete sahibiz? Düşünmeyeceksek buna ne gerek vardı? Düşüneceksek, sorduğumuz soruların cevabı nerede?

İnsanoğlunun dünyadaki en karmaşık problemi herhalde bu olsa gerek.

*****

Ben, İslam’ın inanmamızı emrettiği 6 temel şarta iman ettikten, onları Allah’ın bize vahyettiği gibi kabullendikten sonra, geriye kalan her şeyin bu sağlam temel üzerine çok rahat inşa edilebildiğini görenlerden ve düşünenlerdenim.

O yüzden öldükten sonra dirileceğimize, Allah’ın huzurunda hesap vereceğimize, yaptığımız iyi ve kötü her şeyin hesabını verdikten sonra da âhiret hayatındaki yerimizi alacağımıza inanıyorum.

Artık bu “yer” cennet” mi olur, “cehennem” mi onu tabii ki bilemem. Bütün gayretimiz, iyi bir yer olması için çalışıp çabalamaktır. Tıpkı dünyadaki gibi…

Dünyada hepimiz, önce kendimize, sonra çoluk çocuğumuza, ailemize, iyi bir düzen sağlayabilmek için, bıkmadan usanmadan ömür boyu çalışıyoruz. Karşılaştığımız bütün zorlukları yenmek için elimizden geldiğince gayret gösteriyoruz.

Başımız dik, alnımız ak olarak, utanılacak bir iş yapmadan, kimseye zarar vermeden, şerefimizle, namusumuzla, haysiyetimizle kendimize bir yer edinmeye çalışıyoruz.

Hepimizin kazancı farklı olmakla beraber, “haysiyet” savaşımızın ölçüleri aynı.

Aslında hayat, özet olarak insanın ailesinin geçimini temininden ibaret. Ancak bu arada başkalarıyla iyi münasebetler kurarak, toplumun da hayırlı, faydalı, sevilen, sayılan bir ferdi olmaya gayret etmemiz gerekiyor.

Bu yaptıklarımızla her birimiz “dünya”mızı imar etmeye çalışırken, farkında olmadan âhiretimizi de oluşturuyoruz biliyor musunuz? Çünkü âhireti imarın en kestirme ve sağlam yolu, inanan insanların “sâlih amel” işlemesi, yani iyi şeyler yapması, kötülüklerden uzak durmasıdır.

Çoğu insan bunun farkında olmadığı için, bu insanlık görevini ihmal ederek hem dünyasını hem âhiretini zora sokar. Namaz, oruç gibi günlük ibadetler, Allah’a olan şükür borcumuzu yerine getirmek içindir.

Elbette yaratıcıya karşı nankör davranışın affedilir yanı yoktur ama, asıl âkıbetimizi belirleyecek davranışlar, Tanrı’nın yapmamızı veya yapmamamızı emrettiği diğer görevlerle bağlantılıdır.

Bir önceki yazımızda, sevgili peygamberimizin, “Hiç ölmeyecekmiş gibi, dünya için; hemen ölecekmiş gibi âhiret için” çalışmamızı önerdiğinden bahsetmiştik.

“Âhiret için nasıl çalışılacak?” sorusunun cevabını Hz. Muhammed, yine bir başka hadisinde veriyor: “Dünya âhiretin tarlasıdır.” Demek ki dünyada ne ekersek orada onu biçeceğiz…

"Dünyadan başka dünya yok, burada ne yaparsan o kârdır" diyenler, insanca yaşamın sınırlarını da zorlayarak, sırf dünya malına sahip olmak ve dünyanın zevku safasını sürmek için, hak, hukuk, adalet, insanlık demeden, vahşi bir hayvan hayatı yaşıyorlarsa, öbür dünyada ne “biçecekler” onu bilemem.

 
Toplam blog
: 859
: 979
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, ekonomik..