- Kategori
- Sinema
Yedinci sanatın dili
“Sevgili Kış’ım Yaşam,
Seni ne zaman uzun soluklu bir romanı okur gibi derince düşünsem, bana hiç bitmeyecekmiş gibi zor ve sert geçen bir kışı anımsatıyorsun.
Sana yazacaklarım yine düşünce evrenimle ilgili olduğundan, mektubuma bu şekilde başladım. Umut ederim ki üzülmezsin!..
Doğrusunu söylemek gerekirse, senin mektubunu iki hafta önce aldım. Birçok kişinin mektuplarını alır almaz okumalarının aksine, ben hemen okumadım. Böylelikle seni de -neden hâlâ mektubunun cevabını göndermediğime dair- meraklandırmış oldum. Göndereceğin mektubunda, bana serzenişte bulunursan sana kırılmayacağım.
Geçen hafta, pazar akşamı Elif’lerden döner dönmez mektubunu okudum. İlk okuyuştan sonra gene defalarca okudum. Her sözcüğünü ve cümlesini ezberledim neredeyse. Bu arada değinmeden geçemeyeceğim, mektuplarının akıcı nitelikteki düzeyliliğini yazı dilini iyi kullanmana bağlıyorum. Anadilin olmamasına rağmen Türkçen çok iyi. Duygu ve düşüncelerini en güzel ve etkili şekilde verebilmek için uygun kelimeleri seçiyorsun. Hâlbuki benim cümlelerim öyle mi, değil elbet.
* * *
Bugünlerde kafam fazlaca bulanık. Düşüncelerim ikircimli, aklım uzak ve yalın bir hüznün peşinde, başını alıp alıp gitmek istiyor yüreğim. Peki nedeni nedir, diye soruyorsan söyleyeyim; şu son günlerde okuduğum bir kitap. Birazdan onu ayrıntılı bir şekilde sana anlatacağım.Öncelikle geçenlerde izlediğim bir filmden söz etmek istiyorum: Filmi sinemada izlemedim. Zaten eski bir film, bin dokuz yüz seksen dört yılı yapımı. Hafta sonu tatilimi iyi değerlendirmek için, yurttan iki günlüğüne evci çıkma izni aldım. Üniversiteden bir kız arkadaşımın, Elif Telciler’in evlerine gittim. Oturdukları ev, küçük bir bahçesi olan; çatılı, müstakil bir evdi. Elif arkadaşım, evin tek çocuğu, birçok olanağa sahip olmasına rağmen, kendisi dâhil çok insancıl bir ailesi var. İnsana son derece mütevazı davranıyorlar. Babası fotoğraf sanatçısı, annesi ise usta bir aşçı.
Gerçekten öyle sevgili Yaşam. Kendi mutfağının aşçısı olan bu asil kadın, deniz mahsullerinden hazırladığı akşam yemeğiyle bana unutulmaz lezzetler tattırdı. Fakat içlerinden levrek balığının tadını hala unutmadım. Neyse, yemekten sonra, ailesinden müsaade isteyip Elif’in odasına çekildik. Odada videolu televizyon da vardı. Biz de Elif’in babasının film koleksiyonundan bir film seçerek videoya taktık. Daha sonra koltuklarımıza yayılıp, patlamış mısır eşliğinde filmi izlemeye koyulduk…
Film üç buçuk, dört saat sürdü. Ki sen de bilirsin; başrollerini ‘Clint Eastwood’ (iyi, sonraki dönemlerin ‘Kirli Herry’si), ‘Lee Van Cleef’ (kötü, ölümün kartvizitini suratında taşıyan adam) ve ‘Eli Wallach’ın (çirkin) oynadığı ‘İyi Kötü Çirkin’ (Sivil savaş üç adam için bir cehennem değildi. Bu onlar için bir idmandı.), ‘Bir Avuç Dolar İçin’ ve ‘Batı’da Kan Var’ gibi unutulmaz filmlerin usta yönetmeni, İtalyan asıllı ‘Sergio Leone’nin izlediğim -Amerikan düşüne elveda mesajındaki- bu başyapıtı, ‘Bir Zamanlar Amerika’da ismini taşıyordu.
* * *
Hani kimi sinema filmleri vardır, -belirgin bir konusu olmayan, ticari kaygılarla çekilmiş, polisiye Amerikan filmleri ve toplumun üst tabakalarına seslenen, ‘Meg Ryan’lı romantik fakat izleyicinin kalbine derin bir boşluk duygusu yerleştirmeyen Hollywood filmleri gibi- film bittikten sonra sadece o sinema salonunda kalır. Seninle dışarıya çıkamaz. Çünkü etkisi o kadardır, yani seyirliktir... Oysa bu film, o tür filmlerden olmadı, benimle ilkin o küçük odadan; sonra o evden dışarıya, sokağa çıktı. Yaşamıma girdi ve bir haftadır benimle yaşıyor. Gecemin ve gündüzümün ayrılmaz bir parçası oldu.
Sana filmi uzun uzadıya anlatmayacağım, kelimeler yetmeyecektir ifadelendirmeme. Ancak sen de izleyince, mutlaka izle, ne demek istediğimi anlayacaksın.
Kanımca, ‘Robert De Niro’nun ‘Taksi Şoförü’ ve ‘Korku Burnu’ filmlerinden sonraki en iyi oyunu. Küçük Yahudi kızı, kötü ve ölü yaşamların sanatçı ruhlu çiçeği ‘Deborah Gelly’ (Elizabeth McGovern) ve sürek avı sokakların serseri çocuğu, ‘David “Noodles” Araronsor’ (Robert De Niro)’nun ölüm, yalnızlık ve ihanet ile örülmüş imkânsız aşkı…
* * *
Hayat denilen mucizevî kıpırtıyı sıradanlaştırmak adına yapılan müdahalelere estetik birer tepki olan, iki eşsiz film müziğine tanık oldu küçük, kepçe kulaklarım, ömür serüvenim boyunca. Bunlardan ilki ‘Nino Rota’nın ‘Baba’ filmleri için yarattığı büyüleyici senfoni, diğeri ise orijinal müziğinin ‘Ennio Morricone’ye ait olduğu bu görsel destan.
İnsan ruhunu sonsuz bir iç çekişle ulaşılmayana yükselten; gerçekliği parçalayan gerçeğe erdirirken, doğurgan acılardan da arındıran bir huzur ile tütsüleyen notaların eşliğinde filmi izledim. Filmi seyrederken, Noodles’in hayatında sana dair kesitler gördüm: İkinizin acıları ve yalnızlığı ne çok örtüşüyordu. Ne var ki kendimi bir türlü Deborah’ın yerine koyamadım. Filmin daha başlarında belki koyabilirdim, sonlarına doğru yanıldığımı anladım. Çünkü Deborah aşkın yerine; parayı, gösterişli salonları ve şaşalı bir hayatı tercih edendi. Belki de en acı vereni, ihanet edendi.
Küçük Dominik (Noah Moazezi), en çocuk olanı; daha filmin ilk çeyreği ve kahreden o ölümcül kare. Kentin ıssız arka sokaklarından biri. Kendilerine özgü icatlarıyla içki dağıtım işini elinden aldıkları: Olmazsa olmaz belalı rakiplerinden, genç adamın, intikamını almaya geldiğini haber veren Dominik’in onları kurtaran çığlıklı sesi. Bir koşuşturma başlıyor; Dominik en geride, ölüme daha yakın kalıyor. Tetiğe basılıyor, küçük metal parçası gelip onun büyümemiş sırtında patlıyor.
Az sonra Noodles, Dominik’in başucunda. Onu orta yerden alıp, at arabasının tenha ve güvenli gibi görünen tekerinin dibine çekiyor. Başını yerden kaldırarak ellerinin arasında tutuyor. Dominik, bu hayatta son defa gözlerini açıyor. Bir daha konuşmamacasına sonsuz bir uykuya bırakırken çocuk bedenini, ağzından son bir cümle Noodles’in yüreğine düşüyor:
“Noodles, ben uyuyacam…”
karakusabbas@gmail.com