- Kategori
- Sinema
Yedinci sanatın dili 2

Sinemayı sevmiyordun:
-Bir şeyi nedensiz sevebilme duygusu, senin için zayıflıktı-
Örneğin, 'Vittorio de Sica'nın 'Bisiklet Hırsızları'nı izlememiştin. O filmdeki küçük ve tatlı çocuk Bruno'nun ustaca oyunculuğunu görmekten kendini mahrum etmiştin. 'O da kim yahu?' diyorsan -ki diyorsundur- öyleyse anlatayım:
"Genellikle yoksul İtalyan halkının günlük yaşantısını anlatan yalın ve yapmacıksız filmleriyle ön plana çıkıyor yönetmen 'Vittorio de Sica'. Bisiklet Hırsızları'nda, devlet destekli, gösterişli filmlere karşı bir protestoyu da simgelerken, olanları, süslü görüntülerin dışında bırakarak, olduğu gibi beyaz perdeye aktarıyor.
Filmde, uzun zamandır işsiz-güçsüz kalmış bir afiş yapıştırıcısının, Antonio Ricci'nin, bulduğu yeni işte, bisikletine ihtiyacının olması ve bu arada bir afişi yapıştırdığı sırada, bisikletini çaldırması üzerine, on yaşındaki oğlu Bruno ile hırsızın peşine düşmeleri konu ediliyor.
Sisteme tepkili olmayı da beraberinde getiren film, romantik öğeleri içermemesinin yanında, tanınmamış oyuncuların yer aldığı bir toplum trajedisi.
Sevimli küçük çocuk Bruno, oyunculuğuyla göz doldururken, izleyenin belleğine de kazınıyor. Sonuçta filmi salt bir gerçeklikten kurtararak ona bir hareketlilik katıyor. Bu da filmin duygusal tarafını tamamlıyor."
'Ya Kurosawa'nın 'Dersu Uzala'sı. Neyse bunu geçiyorum, istesen de anlayamazsın. Ama 'Marlon Brando'nun 'Kanlı Hücum' adlı filmini eğer ölüme inanıyorsan, ölmeden önce mutlaka izlemelisin. O karelerde kendini bulacağından eminim.
Tiyatro lükstür diyordun. Düşünüyorum da 'Eşber Yağmurdereli'nin 'Akrep'ini keşke izlemiş
olsaydın. Kaybettiğin birçok şeyi bulman olasıydı.
* * *
Bitmeyen umudum, umarım yazdıklarım seni sıkmıyordur. Sana bu kez iki mektup birden göndereceğim. Çünkü -eğer bana hala kırgınsan- böylece kendimi de sana affettirmiş olacağım. Yeri gelmişken belirteyim, bundan sonra yazacağım mektupların birinde, izlemeni istediğim iki filmden daha bahsedeceğim. Sen de mektuplarında sık sık bana hatırlat ki, unutmayayım.
Biliyorum sabırsızsındır, filmlerle ilgili birkaç ipucu vereceğim sana: Filmlerden biri, 'Sekizinci Gün(The Eighth Day)’. Filmde bir tedavi merkezinde yaşayan, Down sendromundan ızdıraplı, -yaşama sevinci ve hayata bağlılığıyla aslında hepimizden sağlam- genç bir insan (Georges)'ın yaşama iyimserce bakışı irdeleniyor. Onun çevresindekilere, özellikle gündelik hayatın içinde kaybolmuş ve ailesini yitirme noktasına gelmiş sıradan bir insana, sahip olduklarının değerini öğretmesi ve her şeye rağmen bir şeyleri değiştirebilme yetisini göstermesi sorgulanıyor. Bu yürek parçalayıcı sorgulayış, bu dünyaya ait olmayan bir müzik eşliğinde işleniyor.
İkinci film ise, yönetmen 'John Huston' imzasını taşıyor. Bin dokuz yüz kırk sekiz yapımı bu film, 'Sierra Madre Hazinesi'. 'Humphrey Bogart'ın (Fred C. Dobbs) alışılagelen tarzının dışında, farklı bir oyunuyla izleyeni etkiliyor. Seni en başından uyarayım, 'Sierra Madre Hazinesi' filminde 'Casablanca' daki 'Bogart'ı arama, hayal kırıklığına uğrarsın.
Öyle ki büsbütün bulacağın: Paragöz bir dilenci olmamasına rağmen, yemek parası dilenen ve durmadan kendi kendine homurdanıp duran; huysuz, anlayışsız, kirli sakallı 'Fred C. Dobbs'un sonradan tanıştığı iki arkadaşıyla, zengin olabilme hayali uğruna, altın arama macerasına soyunmasını ve trajik bir sonla ölümünü. Lâkin 'Humphrey Bogart' adına şık bir ölüm olmasa da, izlenmesi gereken, 'Bogart'ın hayatının çok iyi oyunculuğunun filmi.
* * *
Kışım, kar gibi eriyesi adamım. Birinci mektubu fazla uzatmayayım, göz kapaklarım ısrar eden bir uykuya yenilmek üzereler. Mektubumu 'Simone De Beauvar'ın bir deyişiyle uğurlamak istiyorum:
"Önümüzdeki yıllar, beni bir başka varlığa dönüştürecek. Bu başka varlık, yine 'ben' olacak, ama 'benim gibi' olmayacak."
Senin baharın. Beklediğin Ceren Nil-Su."
karakusabbas@gmail.com