- Kategori
- Kitap
Yekta Kopan Aile Çay Bahçesi
Yekta Kopan Aile Çay Bahçesi
Televizyon ekranında elinde bir mikrofon 'Beyaz Türk Kanalları'ndan birinde gözüme çarptıkça kıl olurdum kendisine. Böyle bir acayip acayip konuşan, gözlüklü mözlüklü ne idüğü belirsiz bi'şey gibi gelirdi bana. Bir konser öncesinde davetlilerle beraber uzun ayaklı sehapaların kenarına ilişmiş, kitap tanıtımında da hep bir elitist pozlarla anlatır da anlatırdı artık ne anlatıyorsa. Bırakın dinlemeyi kulak bile kabartmazdım.
Zaten birini bulsam da kafaya takıp gıcık olsam modunda ömrünü geçiren benim gibi saplantılı birisi için doğrusu ideal bir 'obje' idi.
Sonra sahaflardan kitap seçerken artık neyini beğenip de aldıysam, neresi gözüme takıldıysa 'Yedi derste vicdan muhasebesi'ni ekledim alışveriş sepetime. Yediyi severim iyi bir sayıdır, hani arada bir piyango falan alırsam içinde olmasından rahatsızlık duymayacağım rakamlardandır. Gerçi 'ders' artık bana ters. Hep ''Aldık hayattan alacağımız kadar ders bundan sonra öğrendiklerimle idare etme zamanıdır'' diye düşünürüm.
Vicdan da bana eski sevgilim Vildan'ı hatırlatmış olabilir, takılıp takılıp ortada bırakıvermiştim zavallı kızı, işte Vildan vicdan o da oradan. Muhasebe de mesleki deformasyon. Fakültede de bankacılıkta da az uğraşmamıştık, kasaya para girdi yaz 'borç', satışlar şu kadar, tahsili şüpheli alacaklar bu kadar...
Laf aramızda benim gibi şüpheci bir adamın en çok sevdiği muhasebe kaydının 'Şüpheli Alacak Giderleri' olması herhalde kimseyi şaşırtmasa gerek.
Neyse ben konudan çok da 'kopmadan' gene Yekta Kopan'a döneyim. 7 Derste Vicdan Muharebesi için ne yazmışım diye şöyle bir eski yazılarımı kurcalayınca hiçbir şey bulamadım. Ya google'a yalan yanlış başlıklar arattım ya da ''Amaaan sonra yazarım bu kitabın da eleştirisini, hem zaten kimseler de okumuyor ki!...'' deyip iki kelime yazmaya da üşenmiş olabilirim.
Ne var ki beni hayal kırıklığına uğratan bir adamın yanına bir daha nasıl ki yaklaşmazsam, 'tat alamadığım' yazarın başka bir kitabını da hayatta alıp okumam. Unutmam da hani, deve gibi kin tutarım (ama Allahtan lama gibi tükürmem yüzüne, arkasından da konuşmam, sadece yazarım kolum kopana kadar).
Aile Çay Bahçesi'ni görünce ''Aaaa bu bizim Yekta'nın kitabı'' olup, koydum taburenin altına. Hangi taburenin mi? Sahafta adam başımda dikilmiş - yok sahaf değil müşteri- sözde beni sinirlendirip uzaklaştıracak bulunduğum raflardan. Yer miyim ben bu basit numaraları? Artık hangi kitaba göz koyduysa bilmiyorum? Ben de o yüzden seçtiğim kitapları oturduğum taburenin altına koyup gözlerden saklarken, bu beyaz türkçü gıcığın yeni kitabını da 'kimseler dokunmasın artık' diye ayırdım bir kenara.
O gün aldığım kitapları eve gelince 'okuma sırası' na soktum ve başladım okumaya. Sonra okudum, okudum, okudum. Yine yazmayı ihmal ettim. Aynı martavallar, ''Okumuyorlar kardeşim, eleştirmene hayat yok bu memlekette, kitabın okunmadığı bir dünyada eleştirisini kim okur?'' falan feşmekan. Araya kitaplar girdi çıktı, hayatıma yeni aşklar girip çıkarcasına.
İşin telgrafı, yok sms'i... (hızla gelişen haberleşme teknolojisi ile kabak tatlı espriler de sürekli yenilenmek zorundalar) kısaca işin özeti ben bu kitabını da beğendim adamın. Bundan sonra nerede Yekta Kopan diye görsem diğer 'ikinci el' kitaplarını da alırım ama eleştirim bu kez biraz 'Savaş ve Barış' tadında olacak. Hani adama sormuşlar ya, ''Savaş ve Barış'ı okudun mu? ''Evet'' yanıtını alınca da ''Peki konusu neydi, anlatır mısınız?'' demişler. ''Valla bir yerlerde bir savaşlar oluyor ama neyse ki sonunda da barışıyorlardı. Mutlu sonla biten bi'kitaptı yani...'' Biliyorum şu anda burada yazmasam, bu da kaynayıp gidecek 'uçup giden zaman eleştirileri çöplüğü'ne.
Kadın kahramanı Müzeyyen'in ağzından kızkardeşi Çiğdem ile beraber, empatiden yoksun hayatlarının Yekta Kopan'dan uzun öykü, kısa roman tadında anlatıldığı bir kitap. Ancak ne var ki araya başka kitaplar girince 'giriş-gelişme-sonuç' detaylarını vallahi de unuttum, billahi de unuttum. Kalkıp kütüphaneden kitabı alıp bakmaya da üşendim ama siz satın alıp okuyun yine de, hakikataten güzel kitaptı, bakmayın öyle bana ben zaten sabah kahvaltısında ne yediğini bile unutan bir adamım, bu kadar hatırlamam dahi gene bir başarı.
Sonra da vık vık, ''Yazdıklarım okunmuyor, hele eleştirilerim hiç...'' falan diye ağlıyorum.
Birader sen okuduğunu ne kadar anladığı meçhul bir adamdın şimdi bir de unutkanlık da başlamış, kim niye okusun ki seni?