- Kategori
- Sinema
Yeraltı

"Ama mutsuzluğa da var mısın?"
“Sanat filmi”, “konu kabızı”, “öldür Allah öldür yürümez” yaftası yemiş filmlerin meramını anlamak zaman ve emek istiyor.
Yemekten, müziğe, iletişimden,sanata...kadar hayatın her alanında maruz kaldığımız o baş döndürücü hız etkisine karşı gösterdiğimiz o gözü doymaz tüketim tepkisine sağlam bir manifesto bu filmler.
En az çaba göstererek elde ettiğimizin mübah sayıldığı, tüketim nesnesi olarak her şeyi verili ve hazır bulduğumuz bu çağda, zamanla özetin özeti bir şablonla kolay ve anlaşılır şeyleri baş tacı ediyoruz da, beş duyumuza çarçabuk nüfuz etmeyeni, “beni anlamak için çaba göster” diyeni ayak altına itiveriyoruz.
Fast food bir yaşamın içinde, durup dinlenmek, zamanı yakalamak, bir karenin içinden geçeni anlam dünyamızda bir yere yerleştirmek sıkıcı geliyor.
Oysa dinmez bir merakla baksak filme; görsek, sönmez bir ilgiyle açsak algımızı ve sorsak: “neden”, “nasıl” diye, o vakit bir yap-boz oyununun içinde parçaları yerleştirmenin keyfiyle dolaşmaya başlayacağız filmin içinde.
Hafta sonu vizyona düşer düşmez izlediğim Zeki Demirkubuz'un, Dostoyevski'nin yoğun ama hacimsiz romanlarından serbest olarak uyarladığı, Yeraltı filmini izleyince bunları düşündüm önce.
Sonra da filmini... Sabah yüzümü yıkarken, günün olur olmaz saatinde kendimi, tüm filmi müthiş bir oyunculuk performansıyla tek başına kotaran baş karakter Muharrem'i (Engin Günaydın) anlama temrinleri yaparken yakaladım.
Filme ilişkin en küçük bilgi kırıntısını akılda taşımadan girip izlemeye çalışmanın daha meşakkatli bir deneyim olacağı aşikar ancak, birkaç eleştiri, röportaj okuyarak filme gitmek de matematik sınavında hocanın “defter kitap serbest” deyişine benziyor; formülü bilseniz de, kendiniz bir şey katmadan sonuca pek varamıyorsunuz.
Bilenler için sürpriz yok ancak ilk tanışanlar için izlenmesi daha meşakkatli bir seyirlik Demirkubuz'un filmografisi.
Nitekim, Nahit Sırrı ÖRİK’in aynı isimli romanını kariyerinde ilk kez bir edebiyat uyarlamasına girişerek senaryolaştıran yönetmen, Kıskanmak filminde romana daha sadık kalarak oyuncularına uzun tiratlar attırmış, kitabi cümleler söyletmişti.
Berrak TÜZÜNATAÇ'ın neredeyse sakil durduğu Kıskanmak filminde oyunculuğuyla döktüren Nergis ÖZTÜRK, o yıl Antalya film festivalinde en iyi kadın oyuncu ödülüyle dönmüştü.
Bu filmde de hayat kadını rolüyle Engin GÜNAYDIN’dan sonra filmin en çok söz edileni olacak gibi.
Filme dönersek, Demirkubuz, bu kez Yeraltından Notlar romanını referans almış ancak zaman, mekân, kurguyu ve karakterleri serbest çağrışımlar, dokunuşlarla değiştirmiş. Kıskanmak filmi de göz önünde dururken bir kıyaslama imkanı doğduğundan, bu filmi gören “daha iyi olmuş” yargısını veriyor peşinen.
Kış mevsiminin tüm yoğunluğu ve karanlığıyla çöktüğü Ankara’da bekâr bir hayat süren memur Muharrem, iş ortamındaki arkadaşlarına tamamıyla kapalıdır. İşinin tekdüzeliğine,insanların alaycılığı, ikiyüzlülüğü ve üzerinde bıraktığı tüm yan etkilerine karşı tek sığınağı evidir.
Hayattan, insanlardan tecrit edilmiş bir fanus gibi kapandığı evine kaçar, orada huzur bulur. Porno filmler izler, kendi tenini koklar.
Koku, filmin metaforu... İlkel benliğiyle kötü kokmamayı alabildiğine abartan Muharrem’i hep kendini defalarca koklarken görüyoruz. Evi bir nevi kulübesidir. Zamanla kokuya en duyarlı hayvan olan köpekle kendini özdeşleştirerek uzun uzun ulumayı, kendi kulübesinden başkalarına karşı bir tepki olarak göstermeye başlıyor.
Bunu ilk zamanlar apartman içinde gizli gizli sürdürürken, efendi köle konumlayışıyla algıladığı hayat kadınına karşı köpek gibi hırlamakta bir beis görmüyor.
Hayatının anlamını, insanlara karşı güvenini, günbegün yitirdiği koca şehirde, alkolle, seksle girdiği Yeraltı dünyası, büyüttüğü boşluğu ve anlamsızlığı doldurmak bir yana, kara bir delik gibi kendine çekiyor.
İçinde kaybolup ani irkilişlerle uyandığı, sese ışığa duyarlı hale geldiği evinde, komşunun gürültülü partisi, eline bir patates alıp camını kırmasıyla son bulunca ikinci fetişi de patates oluveriyor.
Devamlı kokladığı, kahvaltıda başucunda tuttuğu bir patates, başarısının tacı olup çıkıyor.
Dernekte tanıştığı arkadaşları arasında “Ankara Sıkıntısı” ismiyle bir roman yazarak başarı basamaklarını çıkmaya başlayan Cevat’a karşı duyduğu kıskançlığı doğrucu Davut olarak yansıtmaya çalışsa da, bu filmin en konuşulacak ve kült sahnesi olmaya aday yemek sahnesiyle tüm kozlar paylaşılıyor. Gecenin sonunda, Muharrem alkol denizinde yüzerken, kendi hayatının girdabında iyiden iyiye yitip gidiyor.
Karşılıklı hesaplaşmaların, ego tatminlerinin, güç gösterilerinin...yaşandığı yemek sahnesi ve baş karakterin yaşananları, kimi sahnelerde dış sesle izleyiciye aktarması, filmi okumaktan yana bazen yol gösterici bir niteliğe bürünse de, tamamını anlamaya yetmiyor.
Sonunda Muharrem, kol kanat gerip derdini dinlediği temizlikçi kadın Türkan ile de köprüleri atıp geçirdiği bunalımla evini kırıp döktükten sonra film yeniden dönüyor başa...
Muharrem, uyumsuz, zeki, farkında ve saplantılı bir karakter olarak depresif bir hayatın içinde insanlarla yaşadığı iletişim kazalarını alabildiğine büyütüp üstünde tepinerek hayatını alabildiğine çekilmez hale getirirken, her diyardan hatta kendinden bile kovularak onuncu köyden ses veriyor.
Kendi dünyanızda bir anlam kapısı açmak, yorumlamak ve boşlukları kendinizin dolduracağı alışılmadık bir seyirlik sunuyor Yeraltı.
Sürgit bir kara filmin baş karakterinin hayattan,insanlardan kendini tecrit ederek seyirciyi de kendi karanlığına ortak ettiği, insan ruhunun labirentlerinde psikolojik çözümlemeleriyle yol alabileceğimiz ve çıkarken tek mutluluğun filmi biraz anlama çabasıyla kendini gösterdiği Yeraltı filmi, mutluluk değil; mutsuzluk vadediyor.
Ama şairin dediğini de yabana atmamalı
“Kim istemez mutlu olmayı,
Ama mutsuzluğa da var mısın? “
Bu blog Sinema sitesinde de yayınlanmaktadır