Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Temmuz '07

 
Kategori
Tarih
 

Yeşil kurbağalar öter göllerde...

Yeşil kurbağalar öter göllerde...
 

Fertek'ten bir manzara


Merhum yazaralarımızdan Muzaffer Buyrukçu'nun Fertek Kasabasını anlattığı güzel bir yazı...Fertek nostajisine bir yolculuğa ne dersiniz?

Fehmi Dinçer


Çocukluğumun, delikanlılığımın geçtiği Aksaray semtinde dolaşıyordum. Bastığım her yerden, baktığım her nesneden geşmişle ilgili anılar fışkırıyordu; unutduğumu sandığım günleri unutmadığımı, en az benim kadar diri, benim kadar sağlıklı olduğunu saptıyor, seviniyordum. Birden adım söylendi yüksek sesle. Orta yaşlı güleç yüzlü bir adamdı. "Sizi resimlerinizden tanıdım, hemşehri sayılırız, Niğde’liyim bende."

"Memnun oldum, " dedim, "Niğde’nin Fertek köyündenim."

"Hiç gittiniz mi?"

"Bir kere yıllar önce" dedim, "Fertek’te bir değişme var mı?"

"Çok değişti, artık köy değil."

Heyecanla kaygıyı aynı anda yaşadım. "Kimi yerleşim birimleri büyüdü mü özelliklerinden pek çok şey yitirir, bozulur. Eğer bozulduysa yanarım! "

“Demek o kadar çok seviyorsunuz?” dedi hemşehrim.

“Evet, çok seviyorum, kan bağı gibi bir bağ var aramızda.Kardeşim gibi bir şey!”

Bu yanıtım hemşehrimin gözlerini yaşarttı, “Elinizi bir kere daha sıkabilir miyim?” dedi. Uzattım, sıktı ve uzaklaştı. Bu küçük olay tepeden tırnağa sarstı beni, sevginin, bağlanmanın gücünü hissettim damarlarımda. Sonra bu mucizevi rastlantıyı düşündüm. Evet, evet, Fatih zamanında Niğde’nin Aksaray’ından getirilerek yerleştirilen hemşeehrilerimin kök saldıkları ve İstanbul’un tarihine altın sayfalar ekledikleri bir mekandaydım. Niğde’le ilgili gerçekler zihnnimi kapladı. Cumhuriyet kurulduktan epey sonra ‘mübadele’de, bir çok Balkanlı aile Anadolu’ya çağrılmıştı. Annemle babamın yeni memleketi Fertek’ti. Hükümet ev, bağ, tarla bağışlamıştı. Durumları iyiydi, geçinip gidiyorlardı, bu arada ben de doğmuştum. Ama yaşamlarını karartan terslikler başgöstermişti; ayrıca göçmenliğin kendine özgü yabancılık yasaları tıkır tıkır işliyordu. Niğde insanının sosyal, geleneksel ve kültürel yapısından kaynaklanan mizacıyla bir türlü bağdaşamıyorlardı. Sürtüşüyorlardı, dalaşıyorlardı. Küçük dayım Nazmi, incir çekirdeğinini doldurmayan bir neden yüzünden öldürülünce annamle babam kapağı İstanbul’a atmışlardı.

Altı yedi yaşına gelince ve öğrenme, anlama, isteğim beni yaşamın derinliklerine doğru itince, evde konuşulan her şeyi, anlatılan öyküleri belleğime yığmaya başladım. Fertek, her yanı bağlarla, bahçelerle kaplı cennet gibi bir yerdi, havası, suyu iyiydi. Her evde bir halı tezgahı vardı, her ev bağ bozumlarında pekmez, rakı kaynatırdı, şarap yapardı... Pekmezsiz, rakısız, şarapsız bir evin varolacağı düşünülemezdi. Fertekliler’in çoğu neşeli, içtenlikli kişilerdi, güzelliklere kucak açıp kötülükleri kovarlardı, bir damla mutluluk yakalasalar bölüşürlerdi.

Bize sıkı sık konuk olanların arasında Borlular, Dermasonlular, Fertekliler, Aksaraylılar çoğunluktaydı. Ve Niğde’yi konuşurlardı yumuşak, özlem kokan dille.

Kimi geceler annemle babam,

Kezi Bağlarından gelip geçilsin

Kurulsun masalar rakı şarap içilsin

türküsünü söylerlerdi yanık sesleriyle ve gözleri dolardı.Ama benim asıl sevdiğim,

Yeşil kurbağalar öter göllerde

Kırıldı kanadım kaldım çöllerde

Türküsüydü. Ve ben, hiç bilmediğim , hiç tanımadığım (İstanbul’a geldiğimizde bir yaşındaydım) ama o anda türkünün yardımıyla coğrafyasını yarattığım Niğde ülkesinde geziniyordum; babamın, anamın çiğnediği toprakları çiğniyordum. Öldürülen dayımın mezarına bir demet kır çiçeği koyuyordum. İşte bu türkülerle, türkülerin benzeri öykülerle büyüdüm ve yazarlık yeteneğim beni Bab-ı Ali’ye sürükleyince annemin babamın dışındaki gerçek Niğdeliler’le bir birarada bulundum. Hamaldı bunlar, sırtlarında basımevlerine, gazetelere kurşun, kağıt, sayfa, mürekkep taşıyorlardı (Onların çoğu şimdi patrondur). Arkadaş oldum bazılarıyla. Niğde’yi anlattırdım. "Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye " diyenlerle kavga ettim, bu sözlerde bir küçümseme görüğüm için. Ve Niğde’yle öylesine doldum ki, olanaklarımın elverdiği bir zamanda, kalktım gittim. Niğde istasyonunda indim trenden. Ufacık bir yerdi, bizim Langa kadardı... tenhaydı, sessizdi ama gizemliydi, binbir masalın ürediği Kapadokya Bölgesinin bir uzantısıydı.İlkin hüzünlendim ama hemen toparlandım ve eşşiz bir hazineyi gömüden çıkaranlar örneği masallarla, mitolojik destanlarla kaynaşarak "şuradaki" Fertek’e doğru yürümeye koyuldum. Her adımda şaşırıyordum; ne ağaç vardı, ne bir tutam yeşillik; dağları, tepeleri, bomboş toprakları efsaneleştiren bitki örtüsü, sanki bin yıl önce sökülmüş İsrail gibi bir yere götürülmüştü. Oysa ben Niğde ve çevresini İzmit ve çevresi, Bolu ve çevresi gibi hayal ediyordum ama hayal kırıklığına uğramıştım.Yüreğim sızlıyordu.Amaaa Fertek’e yaklaşırken sızlama kayboldu, umutsuzluğum, karamsarlığım kayboldu, sevinçten sevince sıçradım, heyecandan kalbim duracak gibi oldu. Çünkü karşımda, bağlarıyla, bahçeleriyle, tarlalarıyla yeşili, yeşilin tonlarını üretmiş ve ürettikleriyle kuşatılmış bir köy vardı. Çölün bir noktasında ansızın varolan bir vaha gibiydi. Bahçeleri sulayan bir gölcük, gölcüğün bitişiğindeki eski çeşme, aklımı durdurdu.Ben artık bir hayrandım, bir şaşkındım. Göle bakan iki katlı bir evin alnacına “Burası Prof.Dr.Hüseyin Avni Göktürk’ün evidir” yazısı yazılmıştı.

Halamın, eniştemin konuğuydum. (Eniştem öldü ama halam, çocukları, torunları Fertek’te oturuyorlar, başka kentlere göçmediler. Yollar asfaltlanmıştı.İki cami, otuzdört tane kasap dükkanı vardısokaklar pişmiş ve çiğ et, şarap, rakı, pekmez kokularının egemenliği altındaydı. Taştan yapılan evlerinin çoğu iki katlıydı ve bahçeliydi, elektrikle donanmıştı; bakımlı, temiz, içlere ferahlık veren bir beldeydi. Kütüphanesi, hamamı ve lunaparkıyla tam teşekküllü bir kentin özgün bir örneğiydi. Babamın annemin arkadaşlarıyla karşılaştım. Onlarda kalan annemle babamla ilgili izlenimleri, tanıklıkları, unutulmaz şimşeklenmeleri belleğime aktardım.Genç, yaşlı dostlar edindim, birlikteliklerin özünü besleyen ilişkilerin kurulması için vargücümle çalıştım. Niğde çıkışlı bir İstanbullu esprisiyle ve yaşamın buram buram tüttüğü bir üslupla kendimi, amaçlarımı, yaptıklarımı, yapacaklarımı sergiledim. Ve o sımsıcak, bahar gibi canlı ve renkli, mayıs suları gibi diri ve coşkulu, "leb" demeden leblebiyi anlayan, keskin zekalarıyla şeytana bin takla attıran hemşehrilerimle kaynaştım. Okuyup yazanlara gösterdikleri saygıyı ve okuma tutkularını beğendim ( Okuma yüzdesi en yüksek olan köy Fertek’ti ). Genelde Niğde’nin, özelde Fertek’in bürokrasiye eleman ve hukukçu yetiştiren önemli bir kaynak olduğunu öğrendim. Göğsüm kabardı. Kıvandım. Niğde toprağında biten ve ünlenen Ebubekir Hazım Tepeyran’ı, Mahmut Makal’ı, Fikret Otyam’ı, Şahap Sıtkı’yı, Nahit Eruz’u ve Zühtü Bayar’ı sıraladım.

Çağrılar birbirini izledi. Elma toplama eylemlerine, bağbozumu şölenlerine, yüreğimi doldurup taşıran heyecanlarla katıldım.Uyumlu davranışlarla, dans edercesine üzüm çiğneyen, üzüm çiğnerken de güzel sesleriyle;

Kız saçların saçların yar yar yar amman

Oynar omuz başların

Türküsünü söyleyen kızları seyrettim. Közde pişirilen taze etlerden, taze mısırlardan, ipek tenli taze eşşiz üzümlerden, pembe yanaklı ve de supsulu elmalardan patlayıncaya kadar yedim. Akşam aydınlığı ve güneşi vurunca bardağın içindeki konumu değişen, yakut bir büyüye, yakut bir rüyaya dönüşen ve dil buran, beyinlerde ziller çaldıran mis gibi şaraptan, rakıların rakısı Fertek rakısından içtim.

Geceleri yakılan ateşlerin çevresinde çağdaş bir masalın gövdesine girerken anlatılan acıklı, hüzünlü, kahramanlık yüklü masalları, Battalgazi’nin gavurları imana getirme öylülerini; kırık aşkların, iz ve yara açan kavgaların, yarım kalan atılımların, girişimlerin serüvenlerini dinledim. Tasarılarını, ereklerini, huzur ve mutluluk arayışlarını, inatçılıklarını, yılmazlıklarını, iradelerine duydukları güveni sevdim. ” Çayırda gördüm seni, ellere vermem seni, kendime aldım seni” türküsünü onlarla birlikte söyledim.

Ve nüfus cüzdanımdaki kupkuru, kağıttan Niğde sözcüğünü etlendirdim, canlandırdım, gerçek bir Niğdeli kimliğine büründüm, Muzaffer Buyrukçu olarak göründüm ve Fertek’in bir temsilcisi sıfatını hak etmek için çabaladım, öyle geriye döndüm.

İşlerimin yoğunluğu nedeniyle bir daha gidemedim Niğde’ye. Ama Ahmet Kutsi Tecer’in, "Gitmesem de, görmesem de o köy bizim köyümüzdür" şiirindeki gibi bir durumu benimsedim. Evet, Anadolu benim yurdumsa Niğde de beni kütüğüne geçiren, bireylerinin arasında sayan milletimdir. Beni vareden toprağımdır. Çünkü ben İstanbul’da ömür tüketen bir Niğdeli’yim. Bu hakkımı on bin dünya birleşse elimden alamaz.

MUZAFFER BUYRUKÇU

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=92403

Fotoğraf:
http://www.travelpost.com

Kaynak:Milliyet İL İL TÜRKİYE ANSİKLOPEDİSİ –NİĞDE-s.757

 
Toplam blog
: 109
: 5832
Kayıt tarihi
: 23.03.07
 
 

1959 yılında Fertek - Niğde'de doğdum. Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültes..