Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Ocak '07

 
Kategori
Anılar
 

Yeşil ziyaretçi

Yeşil ziyaretçi
 

Doğaüstü olaylara inanmazdım, ta ki o gece başıma gelen o garip olaya dek. Üstelik halüsülasyon da olamazdı; tanığım vardı. Nedense o zaman hiç korkmamıştım; oysa bugün hatırladıkça ürperiyorum. Çoğu zaman insanın anlam veremediği, aklının kavrayabileceğinin ötesine geçen olaylar insanı en çok korkutanlar oluyor. Neyle karşı karşıya olduğumuzu bilmediğimizden dolayı, kendimizi nasıl savunacağımızı da bilmiyoruz ve kaçınılmaz bir çaresizlik hissi üstümüze yapışıyor. O anda değilse bile, sonraları o hissin dünyaya bakış açımızı daha şüpheci kıldığını fark ediyoruz.

Üniversitenin ilk yıllarıydı ve Ankara’da özel bir yurtta kalıyordum. Bir öğrenci yurduna göre oldukça konforlu sayılabilecek iki kişilik bir odada, arkadaşım Sevda ile birlikte kalıyordum. Odamızın dar ve tuvaletin yanı başında olmasından dolayı gürültülü olmasını saymazsak, iki kişilik yalnızlığımız son derece keyifliydi. İkimiz de çok konuşkan insanlar olmamıza rağmen, kimi zaman saatlerce sessiz kalabilir ve sessizliğin yabancılarda yarattığı o can sıkıntısını hiç hissetmezdik. İkimiz de sakin ve uyumlu insanlardık; bu yüzden odamızda son derece huzurluyduk; ta ki o inanılmaz geceye kadar.

Sevda, erkenden yatmış, ben ise ranzanın üstünde yatmasına rağmen açık ışıktan rahatsız olmayan bir oda arkadaşımın olmasından istifade ederek keyifle kitap okuyordum. Bir süre sonra uyumak için ışıkları söndürdüm. Yatağa yatıp uzandığım anda birden bire odanın orta yerinde, boşlukta hızla dönen üç boyutlu, yemyeşil bir ışık gördüm. Hayretler içinde yorganımı itip oturur vaziyette doğruldum. İlk aklıma gelen odaya o ışığın bir yerden sızmasıydı. Biri bize lazer ışığıyla oyun yapıyor olabilirdi. Lakin bu da mantıklı bir varsayım sayılmazdı; zira odaya hiçbir yerden ışık sızamazdı. Pencere camları yağlı boya ile kaplıydı ve anahtar deliği bile kağıt sokuşturularak kapanmıştı. Gündüzleri dahi odada ışık yakmak zorunda kalıyorduk. Beynimin içinde bazı fikirler ileri geri çırpındıysa da, bu uzun sürmedi. O göz alıcı ışığın büyüsüne kapılmıştım. Süratle dönen, şekilden şekle giren bu tarifsiz ziya, kimi zaman binlerce parçaya ayrılıyor ve etrafımda pervane gibi dönmeye başlıyor, sonra yine bir bütün haline gelip garip şekiller oluşturuyordu.

Ağzım açık bu ışık oyununu seyrederken, birden kendime geldim. “Sevda… Sevda” diye birkaç kez seslendikten sonra arkadaşımın mırıltısını duydum, “Hm.. Ne var?”. Işığı canlı bir varlık gibi algılamıştım ve onu ürkütmemek istercesine, neredeyse fısıltıyla konuşuyordum. Şimdi Sevda’ya doğru soruyu sormalıydım: “Benim gördüğümü sen de görüyor musun?”. Sevda aynı uykulu sesle mırıldandı: “Neyi?”. Ona sadece “Kapıya doğru bak” diyebildim. Yattığı yerde Sevda’nın döndüğünü demir ranzanın çıkarttığı gıcırtılardan anlıyordum ve tepkisini merak ediyordum. Sadece birkaç saniye kadar sonra Sevda canhıraş çığlık atmaya başladı. Sevda’nın delik deşik eden çığlığı ile ışık binlercesine dağıldı ve odada fır dönmeye başladı. Her bir ışık küresi kendi etrafında dönüyordu hızla. Birden çığlığı kesen Sevda, bu sefer de “Nazan Işığı yak!” diye bağırmaya başladı. Sesi korkuyla titriyordu. Oda arkadaşım benden ışığı yakmamı istemesiyle birlikte, odaya dağılan tüm ışık küreleri tekrar hızla üç boyutlu bir bütün daire oluşturup ışığı yakma düğmesinin üstünde kımıltısız sabitlendi. Bunlar o kadar kısa süre içinde gerçekleşiyordu ki, şaşkınlık içindeydik. “Nasıl yakayım, baksana düğmenin üstünde” dedim. Sevda ısrar ediyordu: “Sabaha kadar böyle bekleyecek miyiz? Hadi, Nazan ışığı yak!”. Tereddüt içindeydim. O ne düğü belirsiz yeşil ışık süzmesi düğmenin üstüneyken, elimi oraya nasıl uzatabilirdim. Uzatsam bile bana bir şey olur muydu? Sevda’nın ısrarı sürüyordu oysa ben tüm bu endişeleri yaşarken. Bir ara “Kolaysa sen yak” dediysem de “Ben nasıl ineceğim ranzadan. Aşağıda olsam yakardım” dedi; lakin bana pek inandırıcı gelmedi. Fakat yapacak bir şey yoktu. Arkadaşım korku içinde yalvarıyordu: “N’olur lambayı aç!”. Yakacaktım.

Elimi düğmeye doğru uzattım ve o yeşil dairenin içinde elim kayboldu. O anda elimin röntgen gibi kemiklerini gördüğümü hatırlıyorum. Ancak acıya benzer hiçbir şey hissetmedim. Lambayı açtığım gibi tekrar kapattım. Odada olup olmadığını bilmek istiyordum. Yoktu. Zifiri karanlıktı içerisi. Tekrar odanın lambasını yaktıktan sonra pencereleri açtık ve dışarıdan gizli saklı sızan bir şey olup olmadığına baktık. Sevda ürktüğü için tek başıma yurdun koridorlarını kolaçan ettim. Derin bir sessiz ve karanlık hakimdi o soğuk beton duvarlar arasında. Herkes derin bir uykuya gömülüydü; hatta Sevda’nın çığlıklarını nasıl duyup uyanmadılar diye geçirdim içimden ürpertiyle dolaştığım sırada.

Ertesi sabah kalktığımızda ikimiz de aynı şeyi soruyorduk: “Yoksa iki kişilik bir rüya mıydı?”. Bir daha o tuhaf ışık küresi hiç odamızı ziyaret etmedi. Zaten bir sonraki yıl ben üniversiteyi kazanan kız kardeşim ve kuzenimle eve çıkarken, Sevda da mezun olup Amerika’ya gitti. Yıllar sonra Sevda Türkiye’ye geldiği bir tatil esnasında beni ziyaret etti ve o zaman da sorduk birbirimize: “Neydi acaba o” diye. Cevabını bugün bile bulmuş değil

(Resim: Dharma Yayınları)

 
Toplam blog
: 20
: 25120
Kayıt tarihi
: 26.10.06
 
 

Yazmak, tarihin zayıf hafızasına karşı, bir tedbir olarak ortaya konulan isyanın sanatsal vesikasıd..