Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Ocak '09

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Yok edilen bir geleneğin sonuçları

Yok edilen bir geleneğin sonuçları
 

Görsel Kaynak: giresunnet.net/kulakkaya yaylası


Size Anadolu’daki çok ilginç bir gelenekten söz edeceğim.

Öyle bir gelenek ki; karşılıksız, koşulsuz ve beklentisiz “gerçek iyiliğin” en güzel örneği...

Tüm amacı insan hayatıdır. Tanımadıkları, bilmedikleri bir insanın hayatına duydukları saygının en güzel örneğidir.

Ama ne yazık ki yok edildi...

Geçenlerde Uludağ’da donarak vefat eden pırıl-pırıl gencimiz bu gelenek yaşasaydı belki de şimdi hayatta olacaktı.

Bunun gibi duyduğumuz-duymadığımız pek çok acı olay yaşanmayacaktı.

Bir yayla geleneğinden ve bu geleneğin nasıl yok olduğundan, kimlerin (farkında bile olmadan) donarak ölen insanların sorumluluklarını taşıdıklarından söz edeceğim.

Bu sorumsuz davranışların sorumluları ne yazık ki “sözde doğa sever” insanlardır.

Doğada gezmeyi, kendilerince spor yapmayı çok seven ve sözüm ona doğa aşığı bu sorumsuzlar doğayı sevdikleri kadar “insanı sevselerdi” bu gelenek hala yaşıyor olacaktı. İşin acı yanı, bu sözde doğa severler genellikle “okumuş çocuklardır.”

Geleneğin Anadolu’ da eskiden yaygın olarak yaşadığını bilmekle birlikte, sık sık gittiğim, yaşam tarzını iyi bildiğim Batı Karadeniz bölgesinden ve özellikle Bolu yöresinden söz edeceğim.

Bolu yöresinde (şimdilerde azalsa bile) yoğun kar yağışı olur. Dağlar, ormanlar, yayla evleri metrelerce karın altında kalırlar.

Öyle ki; eskisi gibi kar yağsa dağa çıktığınızda ayaklarınız yayla evlerinin çatıları ile aynı hizaya basarlar. Evleri ancak çatılarından, bacalarından görebilirsiniz.

Bu yoğun yağış her zaman olmasa da evler genellikle yarı yarıya kar altındadır.

Evet, bir yayla geleneğinden söz edeceğim.

Eskiden insanlar kasabadan kasabaya, köyden köye, kasabadan köye atları ile dağ yollarını kullanarak seyahat ederlerdi. Dağı etrafını dolanmak o yıllarda çok zordu. Değişik nedenlerle seyahat etmek zorunda olanlar tipi, yoğun sis ve uçuruma yuvarlanmak gibi tehlikeleri göze alarak atlarını dağ yollarına vururlar, örneğin hastaneye veya pazara, panayıra giderlerdi.

Otomobilin olmadığı, olsa bile görüldüğünde hayretler içerisinde incelenen ve “şeytan işi” diyerek binmeye korkulan yıllardı o yıllar. Bir bakıma yokluğun ve yoksulluğun “yaşam tarzı” olduğu yıllardı.

İnsanlar onca tehlikeye karşın sadece “bir şeyin” güvencesi ile dağ yollarına düşerlerdi.

Bu güvencelerinin adı “sinek” idi.

Şimdilerde ne olduğu unutulan “sinek” o yıllarda hayatları kurtarırdı. Eğer sinekler hala var olsalardı şimdi de hayatlar kurtulurdu. Ama sinek geleneği aptalca davranışlar nedeniyle yok oldu.

Sinek bir hayrattı. Evet, dağa yapılan yalaklı çeşmeler gibi sinekler de bir hayır yöntemiydi.

Dağ başına binbir emekle yapılan yol üzerindeki geniş ve uzun yalaklı çeşmeler yaz günlerinde susayan yolculara, hayvanlarına ve yaban hayata hizmet verirlerdi.

Sinekler ise özellikle kışın donmak üzere olan yolcu ya da avcılar, yaz aylarında da ansızın basan sis ve yağmurdan korunmak isteyen insanlar için yapılırdı.

Sinek “sinilen yer” anlamındadır. Öztürkçede sineg denirdi.

Hali-vakti yerinde olanlar dağın başına sinekler yaparlardı. Sineğin içine dört kişiye en az bir hafta yetecek kadar kuru odun, bakliyat, makarna bırakılırdı. Tüm mutfak eşyaları ve barınma malzemeleri (yorgan, battaniye, havlu) eksiksiz olurdu.

İbadet etmek isteyen için seccade kıbleye doğru serili bırakılırdı. Seccade aynı zamanda yolcuya yön gösterirdi.

Kapısında ise kilit olmaz, isteyen girebilir, ısınıp, karnını doyurup, dinlenebilirdi.

Hizmet öyle büyük bir incelikle sunulurdu ki; sineğin ocağı ve sobası çatılı olarak bırakılır, ocak başına içi yağ dolu kandiller sıralanır, çıra ve kibrit (ya da çakmaktaşı) ocağı ve sobayı tutuşturmaya hazır beklerdi.

İnsana sunulan hizmetin yanı sıra, yolcuların atları da samanlığı dolu ahırlarda ağırlanırdı. Ahırlarda kurutma çulu, kaşağı, yaba gibi malzemeler de unutulmazdı.

İki katlı yapılan sineğin alt katı ahır, üst katı oda olurdu. Böylece iki yoldaş birbirlerinin ısılarından yararlanabilirlerdi. Tipi ya da sis kalkana kadar sinekte barınılır, sinek nasıl bulunmuşsa öyle bırakılır, dönüşte ise ne kullanılmışsa yerine konulurdu.

Yolcu geri dönmeyecekse malzemeyi idareli kullanır, geri dönüşü olan bir yolcunun malzeme alabilmesi için de ocak başına bir miktar para bırakırdı.

Hiç kimsenin aklına evi soyup-soğana çevirmek gelmezdi. Bakır kaplar kış başında bırakıldığı sayıda olurdu. Evdeki eşya tahrip edilmez, edilirse yerine yenisi konulurdu. Çünkü sinek demek hayat demekti. Hatta sinekteki eksikler (varsa eğer) konaklayanlar tarafından tamamlanırdı.

Sinek sahiplerine de “sinekli” lakabı verilirdi.

Sinek geleneği yakın zaman kadar süregeldi. Zaman içinde sinekler kalmadı ama yolcular da barınaksız kalmadılar. Çünkü yaylacılık gelişmeye başladı. Bu kez yazın yaylada kalanlar evlerini sinek olarak insanlığın hizmetine sundular. Kışa doğru evler boşaltılırken yaylacılar sinek geleneğini aynen uyguladılar ve kapılarına kilit vurmadılar.

Ta ki...

Evet ta ki, özellikle okumuş çocuklarda ve yeni nesil avcılarda “doğa merakı” başlayana kadar. Yani yaklaşık 25 yıl öncesine kadar.

Sözde doğa severler (ama insan sevmezler) yayla evlerini talan etmeye başladılar.

Bakır kapları, sinileri, kandilleri, otantik buldukları kap-kacakları sırt çantalarına yükleyip evlerine döndüler.

Sözde avcılar kar altında kaybolmasın diye uzun sırıklara dikilen yön levhalarını nişan tahtası olarak kullanmaya başladılar.

Bir süre sonra halk kapılarını sıkı sıkı kilitlemeye başladı. Parçalanan nişan tahtaları (yön levhaları) ise yenilenmedi. Şimdilerde dağda kaybolanların hiçbir şansları kalmadı. Tıpkı geçen hafta donarak ölen o güzel gencimiz gibi...

Kaybolan bir gelenek nice canlara mâl oldu. Sorumluğunu ise hiç kimse taşımadı. Haberi izlerken üzüntümün nasıl katlandığını düşünebiliyor musunuz? Kimselere belli etmeden içimi çeke çeke ağlamamın nedeni buydu işte.

Sorumsuz “sözde” doğa severlerin ve “sözde” avcıların yaptığına bakar mısınız?

Eğer siz de böyle bir “hırsızlık” yapmışsanız donarak ölen ya da uvuzlarını kaybeden insanların sorumlusu sizsiniz! Bu vicdan ateşini nasıl taşıyacaksınız?

Sözünü ettiğim “suçlular” elbette ki gerçek doğa severler ve gerçek avcılar değildir. Onları tenzih ederek konuşuyorum.

Ama bir kez bile yön levhasını hedef tahtası diye kullanmışsanız, bir kez bile yayla evi soymuşsanız sinekçilerin yarattığı tüm güzelliklerin katili sizsiniz demektir.

İnsana hizmet, insana iyilik böyle oluyordu işte:

Karşılıksız, koşulsuz ve beklentisiz....

İyilikten kimin yararlandığı, nasıl yararlandığı hiç önemli değildi. Yararlanan düşmanı bile olsa...

Kışın evinde barınıldığını fark eden yoksul yaylacıların gözlerindeki sevinci bir kez görseniz...

Sadece bir kez görseniz...

İnsana hizmetin ne demek olduğunu da görürdünüz...

Evi soyulmuş yaylacının giden mala değil, kaybolan insanlığa nasıl üzüldüğünü bir kez görseydiniz içinizi çeke çeke siz de ağlardınız...

Farkında olarak yaşamak çok zordur. Çok!

Siz de şimdi içinizi çeke çeke ağlamak istiyorsanız işte bu farkındalık yüzündendir...

Devamı için tıklayınız.


 
Toplam blog
: 90
: 2099
Kayıt tarihi
: 27.05.07
 
 

Yaşayacağım yıllar yaşadıklarımdan daha az... Öyleyse "adam gibi yaşamalı" diye düşünüyorum. Kola..