Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Aralık '16

 
Kategori
Anılar
 

Yol hazırlığı

Yol hazırlığı
 

ben çektim


Kalktığında ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Çabucak hazırladı kahvaltıyı. Hemen peynirli iki yumurta pişirdi sahanda ve büyük fincan kahve eritti kaynamış suda.
 
-Bu sabah gezintimizi kısa tutacağız, Köpüş. Biraz dolaşalım seni bahçeye bağlayacağım. Uslu uslu beni bekleyeceksin. Ben bugün yol hazırlığı yapacağım. Sana da minik bir çadır mı yaptırsam, yoksa birlikte mi yatsak? Kokar mısın? Boş versene, bir de senin çadırı mı taşıyacağım; sen yatarsın çadırın önünde, yıldızların altında.
 
Beykoz İskelesi’nde Yeniköy dolmuş motoru kalkmak üzereydi. İskele çımacısı halatları çözerken atlayabildi küpeşteye. Âdem Yeniköy’den otobüsle Karaköy’e geçmeyi, oradan temin edemedikleri için de Eminönü’ne geçerek kamp malzemelerini toplayıp tamamlayabileceğini tasarlamıştı. Bu yolculuğu daha sonra anılarına yazdığı biçimiyle kendi ağzından aktaralım.
 
“Deniz motoruyla Yeniköy’e geçmenin en keyifli yanı, kıçtaki tahta sıralara oturup su seviyesinden her bir yana bakış ile Boğaz güzelliğinin seyridir. Uzaklaşan yalılar, yaklaşan dev gemiler, uzaklaşırken küçülen gemiler ve karşı kıyıya yaklaşırken dantel gibi açılan yalılar…
 
Karşımda şişman bir kadın Anadolu bereket tanrıçası gibi kurumla oturmaktaydı. Kadının saç topuzundaki kertenkele biçimli toka ne kadar da gerçek gibiydi. Yanımdaki kadının çocuğu, “anne kertenkeleye bak!” deyince çok kısa bir dikkat sessizliğinin ardından kadınların hepsi çığlık çığlığa ayağa kalktılar; motor sallanmaya başladı. Saç tokası sandığım şey gerçekten de kertenkeleymiş. Ne işi vardı kadının saç topuzunda? Belki kertenkele bile dayanamamıştı Boğaz’ın muhteşem seyrine… Makinist motoru durdurdu, başladık kadının başından kaçan kertenkeleyi aramaya. İş olsun bizimkisi; sinmiştir bir küçük aralığa, bulunur mu kertenkele? Döşemeleri mi sökelim yani. Yeniden hareket ettik, herkes tedirgin oturuyor sağını solunu kolluyordu. Sanki zehirli, sanki bizi yutup yiyebilirmiş gibi tetikte oturuyordu herkes. İskelede motordan inerken hepimizi bir gülme nöbeti sardı ki sormayın; Beykoz’a geçmek için bekleyen yolcular şaşkın kısık gözleriyle ağızları açık bize bakıyorlardı.
 
Yeniköy’den Eminönü otobüsüne bindim. Karaköy Tophane caddesinde kamp malzemelerimi tamamlayabildim. Mahmutpaşa’dan kendime bir de avcı yeleği aldım; şimdi Eminönü iskelesinde Üsküdar vapurunu beklemekteyim. Hava çiselemeye başladı; hafif bir lodos esiyor. Bulutların arasından çıkıveren güneşe serilen seyrek yağmur damlaları simit camekanlarında ışıldamakta; insanların saçlarında ve kirpiklerinde pırlanta tanecikleri gibi parıldıyordu. Vapur yanaştı ve yolcularını boşalttı. Bekleme salonunun kapıları açıldı ve yolcular yer kapmak için vapura hücum etti. Bense, beyaz gömleği üstüne haki avcı yeleği çekmiş, sırtında kamp çantası ve denizden esen iyot kokulu serinliğe asılı ruhuyla bedenimi kalabalığın akışına terk etmiştim.
 
Doğruca burundaki yanları açık güverteye çıktım. Birçok insan ıslanan saçlarından, yakalarından içeri koyunlarına kayan yağmurdan rahatsız olmuştu. Mendilleriyle saçlarını ve yüzlerini kurularken suratlarını asıyorlardı. Benim keyfim yerindeydi doğrusu; bir de karşımda fındık yiyen adamın keyfi kaçmamıştı. Liflenmiş hasır şapkası, kravatsız yakası, ütüsüz pantolonu, kütleşmiş tırnakları ve gün yanığı suratından anlaşılacağı üzere, ekmeğini ya topraktan ya da denizden çıkartan orta yaşlarında sağlam yapılı bir adamdı. Karşımda oturmuş kabuklu fındık yiyordu. Fındıkları dişleriyle çatır çutur kırıyor, ayıklıyor ve kabuklarını yanındaki çöp kutusuna atıyordu. Fındıkları yerken bir yandan da karısıyla hoş sohbet ediyordu. “Bendeki dişler sana da yeter hanım” diyordu, ayıkladığı fındıkları uzatırken. Her an fındıklar ağzından dışarı püskürecek gibi avurtları şişiyor, ama bir tek kırıntı veya bir zerre tükürük bile çıkmıyordu dudaklarının arasından. Hem dili hem dişleri ustalıklı bir uyum içinde işliyor ve arada ayıkladığı fındıkları karısına uzatırken gözlerinin içi gülüyordu. Dikkat çekmeden izlemeye çalışıyordum amcayı ama farkına varmış olmalı ki bir avuç fındık ikram etti bana. “Fındık sağlık küpüdür; ama en baba sağlık onu Kızkulesi’ndeki prensesle birlikte fındık yemektir” dedi. Konuşurken öyle candan ve babacandı ki, onu gözlerken yakalanmanın yüzüme vuran kızartısı çabucak geçiverdi. Hatta nükteli sandığım bir cevap bile yetiştirdim.
 
“Bir tanecik Kızkule’miz var; herkese yeter mi amca?” diye sordum, “O İstanbul’a ait. Herkes prensesini kendi kız kulesinde ağırlamalı” dedi. Sade fakat derin felsefe…
 
-Herkes gönül denizine kendi Kız Kulesi’ni yapmalı ve oraya sadece aşk ile girebilmeli.
-Tamam, o zaman fındık ve aşk ikilisi sağlığın garantisi…
-Yüzde 90!
-Yüzde ona ne olmuş?
-Arada bazı fındıklar kurtlu çıkabiliyor…
 
Söylediğine benden önce kendi başladı gülmeye. Gülmesi geçince, “Kusura bakma genç, bu nükteli lâfımı ilk kez duydum da!” dedi ve gene güldü. Vapur Üsküdar’a yanaşıyordu. “Hoşça kal genç adam!” diyerek kalktı ve hanımını koluna takarak alt kata inen merdivenlere yöneldi.
***
Muharrem soyek
 
 
Toplam blog
: 363
: 1765
Kayıt tarihi
: 04.08.08
 
 

Parasız yatılı Darüşşafaka Özel Lisesi'nde iki yılı hazırlık sınıfı olmak üzere yedi buçuk yıl ok..