Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Ocak '07

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Yolun hakikati üzerine

Yol nedir? ... “Felsefe yolda olmaktır.” diyen Jaspers’e katılıyorsam eğer, nedir bu yol denenin hakikati? Yol nerede başlar, nerede biter? Ya da biten midir o, yoksa bitmeyen mi? Aslında yanıt bellidir. Lakin bu yanıtı hemen ortaya döküvermek, yolun hakikatine en aykırı olandır şüphesiz.

Demek ki yol, geçmişin tortularından ya da gelecek çıkarımlarından öte olandır. Çünkü yol şimdidedir, akandır. Şimdide akandır o. Elbet geçmişin temel edinen birikimli bir yapı taşır kendinde. Ancak onu asıl besleyen, şimdi teneffüs ettiği havadır. Asıl kaynağı şu anki akışı, şu anki hızıdır onun. Bazen sesi bile işitilmeyen bir sızıntı, bazen de soluk soluğa bırakan bir akıştır o. Ama başlamışsa, her daim akandır şüphesiz...

Ne demek başlamışsa? Yoksa başlamadığı da mı olur yolun? Yoksa her daim varolan değil midir o? Her ömür bir yol değil midir yoksa? En tehlikeli soru da budur işte! Tehlikesi, yanıtının taşıdığı keskinlikten gelir bu sorunun. Keskin olan her şey, tehlikelidir zira. Keskin olan, kışkırtıcı olandır çünkü. Ve işte yanıt; Her ömür bir yol değildir yazık ki...! İşte tehlike açığa çıkıyor! ...

Bu söylemi yolun dışından işiten her olanak, yani kendini yola dahil edememiş, yolda olmaklığı gerçekliğe taşıyamamış her kişi öfkelenir buna ve silahına davranır hızla. Bedeninde süratle ilerleyen bir kuvvet hisseder ansızın ve çareyi feveranda, hararetli bir saldırıda bulur hemen.

Onu yolun dışında bırakan da, bu kendini açığa vuruşudur aslında. Ama o farkında değildir ki bunun! Farkında olsa, yola dahil olma anlamında önemli bir adım atabilecekti belki. Ama farkında değildir işte. Bu tavır içinde hararetle kafa tutar bu keskin söyleme ve “Kimdir bunun ölçütünü belirleyen?” diye sorar öfkeyle! Yolun hakikati diye yanıt verseniz dinleyecek mi sanki sizi? Hak mı verecek sanki size?

İyisi mi varın susun siz. Zira boşa kürek çekmek de uymaz yolun hakikatine... İşte yolun dışı böyledir. Kaba, sistemsiz, tutarsız, kör, ilkel, dogmatik, çalakalem, ezbere... Hakiki yolcuysa, söz konusu olan bu keskin ifade karşısında sakin olan, hatta bu söylemi onaylayan ve bu onayından da zevk alan, onur duyandır. Çünkü yolun bedeliyle ukalalık ya da kibir duygusu arasındaki ciddi çizginin bilincinde olandır o. Neyin hakikatin gereği, neyin lafazanlık olduğunu iyi ayırt edendir. Yolda olan, olanakla gerçeklik arasındaki keskin ayırımı bilen, hatta onu yaşayandır. aten onun her bilgisi yaşantısından gelir. Yolda olan, yaşamın anlamını bulunduğu noktadan çıplak gözle etrafa bakarak yakalayamayacağını idrak etmiş olan kişidir. O, anlam bilincinin yaşantıda gizli olduğunu, yine yaşantısıyla öğrenmiştir.

Peki nedir bu yaşantı denilen gerçek? Yaşantı, en yalın ve en gerçek tanımı ile iç akıştır. Yol da, iç akışın ta kendisi. Varoluşsal tabanın köşe taşlarından biri olan Kierkegaard da “Hakikat öznelliktir.” derken bunu ifade eder aslında. Yazık ki bu tümce, felsefe dünyasının en yanlış anlaşılmış tümcelerinden biri olarak tarihe geçer. Çünkü çoğu felsefeci, Kierkegaard’ın burada hakikatin kişiden kişiye değişen göreceli bir yapı olduğunu ifade ettiği yanılgısına kapılmış ve yersiz bir savunuya geçmiştir. Halbuki Kierkegaard bu ifadesinde hakikatin değişkenliğinden söz etmemiş, onun yalnız iç akışla, öznel yaşantıyla kavranabileceğinin altını çizmiştir. Ama gelin de, yolun dışındakilere anlatın bunu! Kierkegaard da bu düğümü iyi bilen bir filozof olarak, sessizliğe, felsefi susuşlarına önem vermiştir.

Böyle durumlarda sessizlik, onda hakikati özümseme bağlamındaki bilge duruşu imleyen hayli estetik bir tavırdır. Ancak Kierkegaard işin estetiğinden çok, gereğine bakar şüphesiz. Daha doğrusu zorunluluğuna teslim olur. Zira bu tavır, yalnız estetik bir görünüm için sergilenemeyecek kadar ağır bir bedel taşır.

Susmak, acıdır... Susmak, bilincinde olunan hakikatin mahiyeti kadar acıdır. Bu acıyı ve yanlış anlaşılma, dolayısıyla anlaşılamama halini Kierkegaard’la birlikte yaşayanlardan biri de, şüphesiz Wittgenstein’dır. Onun “Üzerine konuşulamayan konusunda susulmalı.” şeklindeki ifadesi de, bu durumun en canlı kanıtlarından biridir.

Kısacası Wittgenstein da dizgesinde Kierkegaard gibi sessizliğin gerçeğine yer vermiş, belki de ister istemez savrulmuştur buraya. Zira yolun gerisindekilere ya da ilerisindekilere yerine göre sesinizi duyurabilirsiniz belki. Çünkü onlar da yolcudur, onlar da yoldadır. Ancak yolun dışına duyuramazsınız asla. Bunun imkanı yoktur işte.

Susmak da bu noktada zarurileşir zaten. Yoksa yol üzerinde bir susuş söz konusu değildir aslında. Durmak da yolun hakikatine aykırı olandır çünkü. Bergson’un zaman ve iç süre ayırımıysa, tam da buradan kaynak alır işte. O, akışı zamana değil, iç süreye yükler. Hareket halinde olan, dışımızda yer alan ve işler gözüken zaman değil, “Ben”imizde yer alan ve gerçekten ilerliyor olan iç akıştır. Bilincin, üretimin ve yaratının asli merkezi de burasıdır Bergson’a göre. Ancak yolda olmanın iç süredeki akışı keşfi, hiç de öyle güle oynaya olmaz. Zira bu bilinç, yolda olanın kafasını gözünü yara yara elde ettiği hayli zor bir kazanımdır.

Bu durumun en çarpıcı tablosunu çizen de, Heidegger’dir şüphesiz. Heidegger’e göre metafiziğin ve dolayısıyla felsefenin kökeni olan “Varlık”ı yakalama sürecinde zorunlu ve hayli zorlu bir durak olan “Hiç Yaşantısı”, bu bedeli en iyi yansıtan parçadır. Heidegger kesinlikle bu ateşli dönemin fotoğrafını en iyi belgeleyen filozoftur.

Nihilizmin kökenlerini ve gerçekliğini Nietzsche ya da Camus’dan daha net görüntülediği söylense, hiç de abartı olmaz bu. Ama o, olanı biteni tüm açıklığı ile ortaya dökmüş olmasına rağmen ortaya koyduklarını kavramsallaştırarak sınırlama yoluna asla gitmemiş, onu seyircinin alabilirliğine, daha doğrusu yaşayabilirliğine bırakmıştır.

Zira “Hiç”in insan varolmasını nasıl köşeye sıkıştırdığını, yerin nasıl ayaklar altından kaydığını ve korkunun varolmayı nasıl içine aldığını soluk soluğa anlatan Heidegger’i gerçekten anlayabilmek, onu gerçekten yaşayabilmekle mümkündür. Aksi halde “Hiç hiçtir işte!” deyip geçenler kervanına katılmak ve daima yolun dışında kalmak kaçınılmazdır. “Yaşam” ve “Yaşantı” kavramları arasındaki fark da, işte burada sahneye çıkar.

İç akışa tekabül eden yaşantı, yaşamı anlamlandıran, onu kavratandır. Ancak yaşam için aynı şey söylenemez. Çünkü yaşam, yaşantı denilen gerçeğin kendisine değil, yalnız olanağına sahiptir. Dolayısıyla yaşam, ancak bu olanak gerçekliğe taşındığında yaşantıyı verebilir. Her ömrün bir yol olamaması da buradandır işte.

Peki ya yaşamdan yaşantıya giden yolun bedeli nedir? Kierkegaard bu soruya tüm soğukkanlılığıyla ürkütücü bir yanıt verir. “Korku ve Titreme”. Heidegger’in yanıtıysa, korkmaktan korkmamak ve bu sınırsız cesaretle “Hiç”e dalmak üzerinedir. Farklı bir çizgiye sahip olmasına rağmen yine de varoluşsal felsefeye dahil edilen Nietzsche ise, bu soruyu deveyle imlediği sürü insanının ve yükünü ve ardından da aslanla imlediği nihilistin ateşli çalkantılarını göstererek yanıtlar.

Nietzsche’de çocukla imlenen “Özgür İnsan”a giden yolun bedeli budur zira. Nietzsche’nin önceleri kaynak olarak gördüğü ve sonrasında da karşısına aldığı Schopenhauer ise, dizgesini katı bir pesimizmin sularına gömmüş ve bu tavrıyla belki de en ağır bedeli ödemiştir. Dolayısıyla onun yanıtı, en acımasız olanıdır. Çünkü bedelden ötesi hikayedir ona göre. Tek gerçek vardır, o da acıdır. Asıl yalnızlık, kozal bağların ötesinde olandır ve kurtuluş da yoktur asla! Heidegger “Varlık”a ulaşmanın hazzını, Nietzsche de “Üstün İnsan”a varmanın coşkusunu yaşayabilir belki. Ama Schopenhauer için acıdan ve yalnızlıktan başka bir varış yoktur kesinlikle. Bu sebeple de asketçe bir yaşama kadar gider o. Nietzsche de Schopenhauer’la burada kesişir zaten.

İşte “Yaşantı”nın “Yaşam”dan ya da Heidegger’in Kant’dan farkı... Yaşantı, salt akli ve formel olanın ötesinde olması sebebiyle sınırlandırılamayan, isimlendirilemeyendir. Yaşantının hakikatini kategorize etmek, onun tabiatına aykırıdır. Dolayısıyla o, Schopenhauer’ın da belirttiği gibi neden-etki zincirinin ötesinde olandır.

Mantıksal çıkarımı aşan bir yapısı vardır yaşantının. Niye mi? Çünkü o, düşünsel formasyonla yoğrulmakla birlikte, duygudan doğandır. Bu sebeple de hakikatin en görkemli ifadesi olan sanatın ana muhtevası, yaşamın anlamlandırıcısıdır. Nihayetinde yol yaşantı, yaşantı iç akış, iç akış da yolcuyu bedelden anlama taşıyan devinimdir.


Yol devinimdir.
Yol, varışı akış olandır.
Yol, acıdan seviye açılan kapıdır....
Yol devam ediyor...

Ayten ÇALIŞ

18 Eylül 2001

 
Toplam blog
: 27
: 1562
Kayıt tarihi
: 19.01.07
 
 

İsmim Ayten Çalış. Tanıyanlar soyadımla müsemmâ olduğumu söylerler, bilmiyorum! Ama "Sen kendini ..