- Kategori
- Anılar
Yüreğimde ışıldayacak bir çift mavi göz
Çocukluğumdan beri renkli gözlere düşkünümdür. Tutkuya benzer bir duygu bu bendeki. Belki de Akdenizli olmaktan kaynaklanıyor; baba tarafımda hiç renkli gözlü insan yok örnekse. Dedem, yani annemin babası gerçek bir çakır gözlüydü. Bu yüzden lâkabı da ' Çakır ' idi. Anneannem esmer, minyon bir kadındı. Esmer tenin ve siyah gözün baskınlığından olsa gerek; 7 çocuklarından sadece büyük dayım renkli gözlüydü. Sonrasında da renkli gözlü iki erkek kuzenim oldu. Sözün özü; kocaman iki ailede - sayısını sormayın, ben bile bilmiyorum - sadece 4 tane maviş üye vardı. Vardı diyorum; çünkü maviş dayımı kaybettik bugün. O, bakmaya doyulmayan güzelim maviş gözlerini bir daha açmamak üzere kapadı dayım.
Şimdi düşünüyorum da, belki de dedemin ve dayımın o güzelim billûr mavisi gözleri yüzündendi renkli gözlere olan düşkünlüğüm. Gençkız olma yolunda adım adım ilerlediğim günlerde dayım takılırdı bana, flörtüm var mı diye. Ben de hep güzel gözlü birini bulamazsam flörtümün de olmayacağını söylerdim. Daha da ötesi, birgün dayıma demiştim ki; göreceksin, mutlaka mavi gözlü bir adamla evleneceğim...
Çocukluğumun o en sevdiğim anılarından biri ailece gece gezmelerimizdi. Dayımın üç çocuğu olduğu için onlara gitmeyi çok severdim. Hele mevsimlerden kışsa tadına doyulmazdı dayımlara gitmenin. Yardımcıları Türkân abla biz beş kuzene hiç üşenmeden havanda leblebi döver, sonra da toz haline gelmiş leblebinin içine toz şeker ve tarçın ekleyip kâselere koyar ve bize verirdi tatlı kaşıklarıyla. O güzelliğin kokusu hâlâ burnumdadır bu yaşta bile.
Gene dayımların evinde; anneannem, annem, yengem, teyzem ve Türkân abla hamur yoğurup, kışlık erişte hazırlarlardı. Evde ne kadar yatak üstü, divan ve masa varsa; üzerlerine beyaz, mis kokulu çarşaflar serilir, bezelere ayrılmış hamur kocaman daireler halinde açılıp kurusun diye o çarşafların üzerine konurdu özenle. Bütün odaları erişte hamurunun içine kırılmış taze yumurta ve un kokusu kaplardı. O koku da burnumdadır hâlâ. Kuruyan hamurlardan şeritler kesilir, üstüste konur ve birkaç milim genişlikte erişteler kesilirdi. Bizlere de - biraz da susturmak için - minik şeritler verilirdi, keserken kendimizi büyümüş de işe yarıyormuş gibi hissederdik.
Yıllar sonra dayımlar daha büyük bir eve taşındılar. Şimdiki salonların büyüklüğünde bir oturma odaları vardı, odanın ortasında da kocaman bir odun sobası. Yengemin kendi elleriyle yoğurup, Amerikan bezinden ince uzun torbalara doldurup kuruttuğu bez sucuklarını o sobada pişirirdi dayım. Sobanın önünde oturup alttaki kapağı açar, içine maşayla sucukları uzatıp kızartır ve ekmeğin arasına koyup bizlere verirdi. Biz kuzenler, kasabın kedileri gibi sucuk-ekmek sırasının bize gelmesini beklerdik, o mis gibi kokuyu içimize çekerek. O kokuyu da hiç unutamadığımı yazmama gerek yok sanırım.
Birgün yengem hastalanmıştı, annemle ziyaretine gitmiştik. 9 ya da 10 yaşlarındaydım o zaman. Sonra hep birlikte evden çıktık. Annemle yengem doktora gittiler, dayımla ben onları beklerken dolaşmaya karar verdik. Dayım, maviş gözleriyle bana gülümseyerek ne istediğimi sordu ve oyuncak bebek almayı teklif etti. Bebek istemediğimi söyledim hemen. Çünkü annemin diktiği bez bebeğim Leylâ vardı zaten. İlle de bir şey almak istiyordu ve ısrar ediyordu. Çok istediğim bir şey vardı ne zamandır, zaten babama söyleyecektim alsın diye, dayıma söyleyiverdim; Miki dergisinin yıllığı ( Donald amcanın maceraları- Walt Disney ). Haftalık dergilerden çok farklı; kalın, kitap gibi bir yıllıktı o. Tabii dayım hemen aldı gülümseyerek. Anneme de gene gülümseyerek bebek yerine dergi istediğimi söyledi, şaşırmıştı çünkü bebek istemediğim için. O derginin kokusu da burnumdadır inanın. Zaten hangi kitabı koklamadan okumuşluğum vardır ki?
Ve günün birinde dayımlar İstanbul'a yerleşmeye karar verdiler. Artık çok seyrek görüşebiliyorduk. Öyle ki ben evlendiğimde düğünüme bile gelememişlerdi. Antalya'ya geldikleri bir günün akşamında teyzemlerde buluştuk dayımlarla. O akşam eşimle ilk kez karşılaştı dayım. Sarılıp öpüştük özlemle. Çocukluğumda yaptığı gibi kulağıma bir şey fısıldamak üzere bana doğru eğildi ve şunu söyledi gülümseyerek; sonunda renkli gözlü kocayı bulmuşsun! Evet, tahmin ettiğiniz gibi eşim de maviş. Ve en güzeli, maviş bir torunum var.
Ama artık maviş gözlü dayım yok!
İki ay önce Antalya'ya yerleştiler. Ve daha bir ay geçmeden dayımın hasta olduğunu duydum. Gittiğimde odasında uyuduğunu söyledi kuzenim. Gene de görmek istedim. Odasına girdiğimizde kuzenim seslendi; Baba, Tülin geldi...diye. Maviş gözlerini açtı, gülümsemeye çalışarak elini uzattı bana. Kısacık konuştum ve odasından çıktım. İlaç kokuyordu dayımın odası. Geçmişteki onca güzel kokulu anının kokusunu bastırmak ister gibi, inatla ilaç kokuyordu. O kokudan kaçtım işte! Anılarım bana ihanet edip o kokuları silsinler istemedim. Ve dayımın her zaman ışıltıyla gülümseyen maviş gözlerinin yerine, ışıltısını yitirmeye başlamış gözlerini görmeye dayanamadım.
Maviş gözlü dayım artık yok. Bana kalan; bir avuç kokulu anı ve ışıltılı bakışları.
Işıklar içinde uyusun!