- Kategori
- Deneme
Yüreğinden öptüm, yaralarını sevdim.Neredeydin ?

Aynı nehrin içinde akıyoruz,sen kül, ben ateş, yüreğini yakacaksın,beni saracaksın,sarılacağım sana
Bazen bazı şarkılar vardır dinlediğinizde işte bu benim duygularım dediğiniz, bazen duyduğunuz iki çift laf keza öyle , bazense satırlar vardır okuduğunuzda işte benim duygularım, duymak istediklerim dediğiniz.
İşte bu satırlar :
* “Emek emek büyütülen sevgiler, nedensiz içine dolan sevinçler, vedalara saklamayıp söylenen sözler yaşındasın. Şimdi sen en güzel zamanında kendinin tadına varmaktasın "
Okuduğum da bu benim dedim ve üzerine çocukluğuma , gençliğime ve bugüne gittim geldim…
Doğduğum günün öncesi, dolmakta olan eski yaşın; boyunu-posunu-endamını sararken, yeni yaşın hüznü ile giden yaşın sevinci sarılırlar birbirlerine. Ben ise her ikisinin ortasında bir yerde dururum. Ne gidene güle-güle demek gelir içimden,- yaşanacak daha çok şey vardı dercesine – ne de gelene hoş geldin demek gelir içimden, - yaşanacak olanlara henüz hazır değilim- der gibi.
Çocukken yeni yaşlar; değişen kıyafetler, ayakkabılar, yeni oyuncaklar,okul kıyafetleri, kalemlikler, renkli kalemler, çantalar, beslenme sepeti, kitaplar, defterler, birbirinin peşi sıra gelen sorulara yanıt bulmaktı, hayatı öğrenmeye çalışmaktı.
Çocukken yeni yaşlar; ergenlikti, sivilceydi, bedenini tanımaktı, küçük kaçamaklarla ne olduğunu bilmediğin sempatik duygulardı karşı cinse duyulan.
Peki ya , ergenlikle gençliğe ilk adım atıldığı zamanlar, daha da coşmaz mıydı insan, daha da köklenirken kendi toprağına doğru, bir taraftan da o kökleri yerinden sarsacak kadar enerji dolmaz mıydı insan. Ağaç tepelerine tırmanırken daha dün, inmeyi de bilirken o gün, bugün hep o tepede kalmak istemez miydi gençliğimiz?
Sokak aralarında kovalamaca oynarken , kovalarken birbirimizi , elimizi dokundurduğumuzda, ebe olurken arkadaşımız delice zevk alıp, oyunun keyfine varırken daha dün çocukken, sobelenmekten de büyük keyif alır, ellerimizi dizlerimize koyar, hafif bir eğilir, başlarımızı birbirimizin başlarına değdirip, ağız dolusu gülerken, bugün sobelemek yetmiyor , ele geçirmek istemiyor muyduk karşımızdakini.
Hani çocukluktan ergenliğe ilk adım atmaya başladığımız zamanları aşarken daha yeni, düşlerimizin rengi de yavaş yavaş değişmez miydi ?. Değişirdi. Bazımız, ergenlik ile gençliği bir arada hızlıca yaşar, çocukluğumuza çok çabuk veda etmek durumunda kalırdık. Bazımız ; çocukluğumuzun tadına vara vara yaşamış, çocukluğumuzdan kalanlarla gençliğimize hızlıca adım atmış olurduk. Bazımız her bir dönemi kendi içinde sırasıyla yaşar basamak atlamazdık.
Sanırım bir çoğumuz çocukluğunu doyasıya yaşamış, sonraki basamakları hızlıca atlamıştık. Hem öyle sınıf atlamak falan da değildi, olsa olsa başka bir sınıfa hizmet etmek için hızlıca büyümek zorunda kalan genç çocuklardık . Tıpkı çocukluğu bugünde ellerinden alınmış çeşitli sektörlerde sağlıkları ve gençlikleri, yaşamları pahasına çalışan çocuklar gibi…
İşte o çocukların hayatta kalanları ve hayatın basamaklarını tırmanabilenleri , önlerindeki tüm engellere rağmen hayata tutunup kendilerini aşanları ve insan kalabilenlerinin, diğerlerinden çok daha sağlıklı ve başarılı olduğu da aşikardır.
Arada açılan boşlukları, adımlarımızı küçük küçük olsa da sık sık atarken doldurmaya çalışırken ; bazen bazı boşluklar en altlara bir yerlere itilirler , üzerine gelen başka şeylerle örtülürler.
Yaşadığınız koşullar, hayatın o günler için sundukları ve sizin alabildikleriniz, almaya çalıştıklarınız ancak o kadardır ve siz daha fazlası için emek veriyorsunuzdur.
Hep daha fazla emek, çaba derken; geride kalan boşluklar, arada açılanlar, doldurulmak üzere beklerken bir yerlerde siz hızlıca yürümeye başlamışsınızdır. Artık isteseniz de duramazsınız, çünkü içinde yer aldığınız dünya durmanıza fırsat veremeyecek kadar hızlı dönüyordur. Siz artık koşuyorsunuzdur.
Koşarken, farkına vardığınız anlarda olur, kısacık anlar, başınızı birkaç saniye de olsa yorgunluktan koyduğunuz masanın üzerinde – ben nerdeyim, ne yapıyorum, nasılım, bunları istiyor muyum ? istediğim gerçekte nedir ? - vb birçok soru ardı ardına dizilirler ve tabii ki yanıtlarını arayacak zamanımız dahi yoktur, başımızı masadan kaldırdığımız an sorular kafamızda uğuldarken, biz önümüzde duranla meşgul olmaya ve çaba sarf etmeye devam ederiz.
Bazen de yürüdüğümüz zamanlarda sorular nüfuz eder , biri diğerine izin vermeden, sıra sıra, dizi dizi , boy boy …Tam yanıtlar üzerine kafanızı yormaya başlarsınız ki yanıtları sizi derin düşüncelere yol aldırır.
Her bir yanıt “ yaşamınızı ve yaşam şeklinizi değiştirmenizi, bulunduğunuz alanları değiştirmenizi “ işaret ediyordur. Ve elbette bu değişimin ciddi bir bedeli vardır. O ağır bedeli siz tek başınıza ödemeye razısınızdır, ödeyebilecek durumdasınızdır ancak bu kez o hızlı adımlar süresince , adımlarınızı hızlı atmanız için itici güç olan ve sorumluluklarını aldığınız insanlar girer devreye ve siz onları düşünmek zorundasınızdır.
O çarkın içinden çıkmak üzere atacağınız her bir adım sizi rahatlatacaktır ancak sizin sorumlusu olduğunuz insanları zorlayacaktır. Düşünürsünüz. Zaman yine hızla akar ve siz yürürsünüz hızlıca, hızlıca, hızlıca…
Başarıdan başarıya koşarsınız ve bilirsiniz ki başarı da görecelidir, o gün içindir ve sonrası içinde başarmanız gerekir. Hepsi size itici bir güç tarafından yaptırılıyordur, bu da dönen çarktır ve siz o çarkın dişlileri içinde parçalanmak istemiyorsanız, dişlilerine takılmadan yaşamayı öğrenmek zorundasınızdır.
Çocukken , henüz ilkokul dördüncü sınıfa gidiyorken, kendi sınıfımda oturmuş, tenefüse çıkmış arkadaşlarımı izliyorken , güneş arkamdan sırtımı sıvazlıyorken, on sekizime geldiğim de özgür olacağım, kendi kararlarımı kendim vereceğim ve sevdiklerimi mutlu edeceğim demiştim…
Özgür olmak ; niyeyse özgür olmadığımı düşünmüşüm, - oysaki sonradan anlayacağım, ekmek elden su gölden yaşadığımı- bütün işim okula gelmek-eve gitmek, ders çalışmaktı, ders çalışmakla bir zorum yoktu da , gitmek-gelmek ağır gelmiş olsa gerek , özgür olmak istemiştim.
“Kendi kararlarımı kendim vereceğim “ nedeni de gün gibi hatırlıyorum , annem sürekli kırmızı veya turuncu giydirirdi bana, çantam kırmızı, bluzum kırmızı, ayakkabım kırmızı, beslenme çantam kırmızı, eldivenlerim, atkım, şapkam hep kırmızıydı, hırkam, yeleğim süveterim turuncuydu … Giymeyeceğim diye parelerdim kendimi sonra mecbur giyerdim..
“ Sevdiklerimi mutlu edeceğim “ anneanneme tapardım ki hala taparım, sevdiklerim dediğime bakmayın, o yaşlarda mutlu etmek istediğim anneannemdi. Hani onu mutlu edersem herkes mutlu olur fikri oluşmuş ben de demek ki…
Sonra o hızlıca dönen çarkların içine zorunlu da olsa girmeye başladığımızda , anladım ki ; çocukken daha özgürdüm, kendi kararlarımı kendim veriyordum ve sevdiklerimi mutlu ediyordum.
O çarkın içinde her şey daha fazla özgür olmak, kısacası daha fazla ayaklarımın üzerinde durmak içindi, dolayısıyle kendime ait kararların artmasıydı bu ve tabi ki özgür ve ayakları üzerinde duran bir birey hem kendini hem de çevresindekileri mutlu ederdi. Formül buydu ancak gerçek bu değildi. Somut koşullar içinde adımlarımızı hızlıca atarken hem bağlıydık hem de bize bağlı olanlar vardı ve “özgür değildik “, kendi kararlarımız başkaları içinde bağlayıcı olabileceğinden hep temkinliydik ve kararlarımızdaki adımları buna göre atıyorduk. Kah mutluyduk mutlu ediyorduk, kah değildik, mutsuz ediyorduk.
Oysa ben on sekizime gelmek için gün saymışken, on sekizimden sonraki zamanın nasıl aktığının farkına bile varamadan, bir gün dönüp arkama baktığımda, gördüm ki geçmiş-gitmiş yıllar hızlıca.
Her şey arkama dönüp baktığım o gün başladı. Bir şekilde birileri için bilinçli ve/veya değil, birileri/sevdiklerimiz için adadığımız hayatlara sahip olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmek durumunda kaldım. Öylece kala kaldım. Sevdiklerime , sevgiyle adamış olduğum bir hayatın ortasında duruyordum. Ya onlarla yaşamaya devam edecektim, ben de yavaş yavaş nefes alıp hayatın keyfine varacaktım, ya da hızlıca koşmaya devam edecektim.
Bütün hesaplarımı yaptım, sonrasında yavaş yavaş nefes alıp hayatın keyfine varmada karar kıldım. Her geçen giden güne bir şarkı yazdım, aynı şarkıda; gelen yeni yaşa “hoş geldin” , giden eski yaşa “güle-güle yolun açık olsun “ dedim.
Yaşamın ortasına kadar içimde tutup da beklettiğim, bir gün yaparım dediğim, her şeyi sırasına koydum, hepsini yaptım. Yeni planlar yaptım, hepsi yaşama ait, bize ait.
Bir şeylere yetişme telaşım sonunda alacağım alkışlardan değil de, zamanın “alkışlardan” daha kıymetli olduğunu anlamamdan.
Sevdiklerimi alkışlıyorum, onlarla daha çok zaman geçiriyorum, evimi ev gibi kullanıyorum, her bir çakılan çivisiyle daha yakından ilgileniyorum, yemeği daha bir lezzetli yapıyorum, keyifli sofralar da keyfili sohbetler içindeyim. Bir yerlere yetişme telaşı içinde sofraya oturup-sofradan kalkmıyorum, yorgunluktan ve uykusuzluktan sızmıyorum yatağın üzerinde… kendimi şımartmak, keyif yapmak için uzanıyorum yatağıma…
Daha çok gülüyorum, ya da gülerken belki içim daha rahat, gülüşlerimi bölen bir yarın ne yapacağım telaşım yok , daha ağız dolusu gülüyorum…
Yapmak istediğim ne varsa bana ait adımlarımı daha hızlı atıyorum, yapsam mı acaba diye üzerinde uzun uzun düşünmüyorum.
Söylemek istediğim her ne varsa ölçüsü içinde olsa da , ne söylenmesi gerekiyor ve neyi söylemek istiyorsam , nasıl anlaşılır kaygısından uzak söylemek istediğim gibi söylüyorum.
İçimde tutup ne gerek var cümlesini aştım, rahatça söylüyorum, kırmamak için kırıldığım-incindiğim günleri zaman zaman anımsayıp daha rahat söylüyorum her ne varsa içimde bir şarkı söyler gibi…
Öncesinde kırıldığım-incindiğim sözler, hareketler anlamını yitirdiler birer birer. Şimdi daha uzaktan bakıyorum ve neden incindiğimi-kırıldığımı satır satır yazıyorum ve açık açık söylüyorum. Üzerimdeki yükleri sahiplerine iade ediyorum, yüküm hafifliyor ben sakinleşiyorum.
Hayata ilişkin heyecanlarım , isteklerim, arzularım arttı. Yaşama tutunma sebeplerim de. Hayatımın ortasına kadar sorumluluğunu aldığım hayatların sorumluluklarını sahiplerine iade ettim, onları şimdi daha çok seviyorum, kendi hayatıma renk kattım.
O renk kattığımı hayat üzerine, renk katıncaya kadar geldiğim zamanlarda yaşadıklarıma satırlar yazdım, tıpkı aşka yazar gibi satır satır sıraladım , sordum hayatıma sevgiliye sorar gibi :
Sen hiç sensiz yaşadın mı ?
Ben; sensiz yaşadım.
***
Duyabilir misin beni ?
***
Sen hiç yaranı gizledin mi ?
Gizlediğin yaran öpülsün istedin mi?
Öpen,
yüreğini öpüyor,
bildin mi?
***
Duyabilir miyim seni ?
***
Büyüyordum, sen yoktun.
Sen hiç bensiz yaşadın mı?
Sen ; bensiz yaşadın.
Büyüyordun ben yoktum.
***
Sen hiç kanayan yaranın, yüreğinde nehir olmasını bekledin mi ?
Yüreğimde yaranın nehir olduğunu görmek istedin mi ?
Sen hiç nehirlerimiz karışsın, yaralarımız aksın , özledin mi ?
Seven,
yaralarını öpüyor,
bildin mi ?
***
Ben hiç sensiz yaşamadım.
Sen hiç bensiz yaşadın mı ?
***
Sen ; yüreğimi öptün mü, yaralarımı sevdin mi hiç ?
Sen yoktun, öpüp öpmediğini de, sevip-sevmediğini de bilemedim.
***
Yüreğinden öptüm, yaralarını sevdim.
Neredeydin ?
Sen hiç bensiz yaşadın mı ?
Gidiyorum.
Geliyorsun.
Yüreğimden öpüyorsun,
Yaralarımı seviyorsun,
Aynı nehrin içine akıyoruz şimdi.
Ne ben varım, ne de sen.
***
Hiç birşey bilmiyorsun.
Biraz emek, biraz cesaret
Aşkı alevlendirecek ateş,
Sen kendini kül ediyorsun,
Beni de ateş.
Ateşle oynuyorsun,
Küle döneceksin,
Yüreğini yakacaksın…
Sen beni saracaksın,
Ben sana sarılacağım…
NOT : Sevgili blogdaş dostumuz üç nokta’nın yoruma yanıt olarak vermiş olduğu cümledir ve benim de sahiplenip üzerine yazı yazmak istediğim “işte benim sesim, benim “ dediğim bir cümle. Kendisine de çok çok teşekkür ederim….
* “Emek emek büyütülen sevgiler, nedensiz içine dolan sevinçler, vedalara saklamayıp söylenen sözler yaşındasın. Şimdi sen en güzel zamanında kendinin tadına varmaktasın