Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Şubat '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Zaman

Zaman
 

Tüm denge yitimi bundan kaynaklanıyor belki de. Yani, içimizin zamanı ile dünyanın zamanın birbiriyle çakışamamasından. Aslında belki de hayat denen şey sürekli bu çakışmayı sağlama çalışma çabasından ibarettir. Kim bilir?

Sabahları uyandığımda kendi kendime şunu söylüyorum: "Haydi bakalım küçük hanım, bir gün daha başlıyor. Yeni, parlak ve umutlu bir gün." Ben bunu söylerken ellerim, gözlerim, ayaklarım ve sırtım koro halinde oflayıp pofluyorlar. Hatta bazen bana küfür ettiklerini bile duyuyorum tüm bu homurtuların içinde. Cesur olan biri, ki bu genelde ayaklarım oluyor, şöyle diyor: "Seni koca sersem bu Pollyanna saçmalıklarıyla ne kendini ne de bizi kandırabilirsin. Şurdan şuraya gitmeyeceğiz." Sabahın köründe harbe giriyoruz tüm organlarımla. Sonunda kazanan ben oluyorum elbet, istemeseler de onları peşimden sürüklüyorum. Bir yandan o günün güzel olacağına ikna etmeye çalışırken bir yandan da uyanmaya çalışıyorum. Ama sabahları öyle aksi oluyorlar ki onlarla savaşmaktan bitap düşüyorum.

Sonra onları derleryip toplayıp işe götürüyorum. Sabahları masada yazılması gerekenleri görmek bu seferde beynimi isyan ettiriryor. Öyle dırdır ediyor ki beynim, beni canımdan bezdiriyor. Yok efendim ona uyanana kadar süre tanımalıymışım. Biraz zamana ihtiyacı varmış. Bir sigara ve bir bardak çay olsa belki daha hızlı toparlanabilirmiş. Hem bu kadar kolay mıymış canım öyle hemen uyanmak? Ben de hiç anlayışlı değilmişim. Bu işleri şu an yaparsa yeterli verimi sağlayamazmış ben de bu verimsizliği görüp kendimi aptal gibi hissedermişim. Falan filan... "Tamam pes" diyorum. Ona istediklerini veriyorum. Çay ve sigara. Sonra da yalvarıyorum: "Lütfen çalışmam gerek artık. Toparlan lütfen lütfen lütfen..." Pek de nazlı bir beynim var. O kadar dil döküşüme yalvarışıma burun kıvırıyor sanki bana lütfedermiş gibi "İyi peki" diyor.

Gün usul usul akıyor. Organlarım benimle savaşmaktan yorgun düşüp çenelerini kapatıyorlar ben de işime bakıyorum. Günün saatleri ne gerektiriyorsa gecikmeli olarak uyum sağlıyorum. Saat 12'ye kadar çalışıyorum. O saate kadar midem susuyor ve saat 12'ye yaklaşınca söylenmeye başlıyor. "Eeee hadi ama öğle yemeği saati gelmedi mi? Besle beni. Hem beslemezsen sana nasıl yardımcı olabilirim ki. Unutma bir atasözü var hem "aç ayı..."
"Tamam kes" diyorum. "Şu elimdeki işi bitirmeden şuradan şuraya kıpırdayamam hiç kusura bakma. Hem sen konuştukça dikkatim dağılıyor ve iş sürekli gecikiyor. Şimdi kapa çeneni ve bir daha da bana sakın ayı deme."

Öğle vaktini kazasız belasız atlatıp midemin çenesi güzelce kapadıktan sonra iş devam ediyor. Herşey yolunda gibi gözükürken bu sefer ruh başıma musallat oluyor. Onun çenesi hepsinden beter. Neymiş canı sıkılıyormuş. Fena mı olurmuş iki dakika dışarı çıkarsaymışım onu. Hem bahar gibi bir hava varmış dışarıda. Ben onu buraya tıkıp bırakıyormuşum. Üstelik beyinle konuşuyormuş az önce o da benden şikayet ediyormuş, ona çok yükleniyormuşum. Ona çenesini kapamasını bilmem kaçıncı kez tekrar ediyorum. Biliyorum iki dakika dışarı çıkmak istiyor ama o iki dakikadan sonra beni işten kaçmak için baştan çıkarmaya çalışacak. Çok iyi biliyorum huyunu.

İş çıkışı herşey yolunda gibi gözüküyor. Kendimi eve atıyorum. Mideyi besliyorum ruhu doyuruyorum beynin dinlenmesine izin veriyorum. Herkes halinden memnun. Ayaklar huzurla uzanmışlar parmaklar dans ediyor. Ellerim sadece bir kitabın sayfalarını çevirmek için ağır ağır periyodik hareket ediyorlar. Herşey iyi herşey yolunda. Ben tam buna sevinirken kendi aralarında savaşmaya başlıyorlar bu kez de. Susup onları dinliyorum. Hangisinin haklı olduğuna hangisinin ihtiyacının acil olduğuna karar vermek için onları iyi dinlemem gerekiyor.

Göz hızlı hızlı kapanıp açılırken "yeter artık" diyor "tüm işleri benimle yapıyorsun. Okuyorsun, bilgisayara bakıyorsun, yazıyorsun, film izliyorsun. Hiç demiyorsun ki biraz dinlensin. " Beyin diyor ki: "Ama bu kitabın sonunu merak ediyorum ben. Ne var göz biraz daha dayansa. Kör olmaz ya." Göz sinirle: "Böyle giderse bu sersem yüzünden kör olacağım. Neymiş dünyada okunacak çok şey varmış. Sanki hepsini okumak zorunda." Ruh hemen devreye girip beni savunuyor: "Utanmadan nasıl böyle konuşabilirsin. Onu takdir etmen gerekir. Okuyabildiği görebildiği herşeyi görmeye öğrenmeye çalışıyor. " Göz artık isyan ediyor: "İyi de olan bana oluyor farkındaysanız. Şimdi biraz uykuya ihtiyacım var. İzninizle. Duydunuz mu küçük hanım." "Peki peki tamam" diyorum. Hala kendi aralarında homurdanıp duruyorlar. Göz memnun halinden. Birazdan tam 7 saat dinlenecek. "Tamam susun artık" diyorum. Susup derin bir uykuya dalıyorlar.

İçimin zamanı ile dünyanın zamanını bir türlü çakıştıramıyorum. İş saatlerinde başka yerlerde olmayı istiyor çalışmak için kendimi zorluyorum, uyku saati geldiğinde bir türlü doymak bilmeyen ruhumu dizginlemeye çalışıyor gönülsüzce yatağıma gidiyorum, sabahları güne şevkle başlamak için kendimi paralıyorum ama henüz hazır olmuyorum. Ben dünyanın saatine bir türlü uyamıyorum. Zaman ise kibirli bir beyefendi gibi kimseyi umursamadan yoluna devam ediyor. Çünkü biliyor ki o kimseye uymak zorunda değil herkes ona uymak zorunda. Bu yüzden takipçilerinin onu asla terkemeyeceğine dair bir güvenle ilerleyen bir peygamber gibi. Ama ben zamana ne kadar inanıyorum bilmiyorum...

Fotoğraf: http://www.deviantart.com/print/2221546/
 
Toplam blog
: 408
: 1090
Kayıt tarihi
: 17.06.06
 
 

Gazetecilik okudum... Ama gazeteciliği sırf yazabilme serüvenine bir adım daha yaklaşabilmek için ok..