Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Şubat '09

 
Kategori
Anılar
 

Zamanı yetiştirememek...

Zamanı yetiştirememek...
 

...


"Bir fakirlik, bir yalnızlık, bir gurbet,
İnsan nasıl olsa katlanır..." (Cahit Külebi)


21’imdeydim. Ne yaparsak yapalım bir türlü samanlık seyran olmuyordu. Üstelik beş gönüldük.


Ben üniversite 3, kardeşim lise 1. sınıftaydık.


Aylarca düşündüler annem ve babam. Çare de, çözüm de kalmamıştı. ‘nasıl giderim’ diyordu babam anneme. ‘Üç çocukla seni bir başına bırakıp nasıl giderim? Hasretinize nasıl dayanırım?’


Ama çember daraldıkça aynı kelepçe hepimizin elini kolunu bağlamaya başlamıştı. Artık başka çare kalmamıştı.

….


Hepimiz güçlü görünmeye çalışıyorduk. Güçlü ve cesur… Ama kardeşim daha küçüktü. Bıyıkları yeni terleyen, ergenliğe girizgâh yapmış bir çocuk. Özellikle de onun öyle ihtiyacı vardı ki babama.


Babam kapıya yöneldi. Gözyaşlarımız usulca süzülürken Ahmet’in feryadı bütün güçlü görünme çabalarımızı alt üst etmişti.


— Gitme baba, baba gitme. Bırakma beni…


Şimdilerde sırf bu ayrılığın ikameti olduğu için nefret ettiğim o Uzakdoğu ülkesine uğurlamak için İstanbul’a ben de gitmiştim. Ayrıldığımız o geceye dair yağmurlu bir İstanbul var zihnimde. Yağmurun tatlı damlalarına karışan tuzlu özümüz.


— Seni sana emanet ediyorum. Dedi babam. Güçlü ol, sen her şeyin üstesinden gelebilirsin.


Gitmişti işte. Bir süre mucize olmasını bekledim. Öyle bir şey olsundu ki, tüm sıkıntılar bitsin, babam geri gelsin. Ama olmadı.


Hepimizin büyük bir mücadelenin içindeydik. Ben bir yandan okulu bitirmeye çalışıyor, diğer yandan da en azından kendi masraflarım için ekonomik çözümler arıyordum. Okuduğum bölümde ihtiyacı olan öğrencilere ek iş sağlamaya çalışan, hocalarımızın kurduğu bir destek birimi vardı. Oraya başvurdum. Çoğunluğu DTCF felsefe bölümü bilim tarihi kürsüsünden olan hocalarımın hakkını ödeyemem doğrusu. Önce Doç. Dr. Melek Dosay hocamın kişisel kütüphanesinde yardımcılık yaparak küçük nefesler almaya başladım. Birkaç okulda verdiğim dans dersleri de pasiflora etkisi yapıyordu.


Kendimi bir şekilde idare etmeye çalışıyordum. Ama annem için her şey çok daha zordu. Alacaklılar, üniversiteye hazırlanan bir çocuk…


En çok da babamın hasretine nasıl dayandı diye düşünürüm hep. Dile kolay 7 yıl. Yüz yüze görüşülmeden geçirilmiş, koca 7 yıl. Evlendiklerinde annem 17, babam 21 yaşındaymış. Öyle görücü usulü falan da değil. Tutkuyla âşık olmuşlar birbirlerine. Sanki hayat aşklarını sınadı. Ama bu sınavı vereceklerinden hiç tereddüt etmedim ben.


Hepimiz bu mücadelede üzerimize düşeni yapıyorduk. Lisansı bitirmiştim nihayet. Mezuniyet törenini atlatmak için elimden geleni yapmıştım. Babam göremeyecekti, annem de görmese olurdu. İyi ki dinlememiş annem beni diyorum şimdi.


Tezsiz yüksek lisans yapmam gerekiyordu öğretmen olabilmem için. Ama bir buçuk yıl daha öğrenci olmak, yeni masraflar demekti bu. Tekrar hocalarımla görüştüm. Bu kez imdadıma yetişen Yrd. Doç. Yavuz Unat hocam oldu. Ergenekon dalgalarından birine kapılmış olan avukat Mustafa Hüseyin Buzoğlu’nun yanında sekreter olarak çalışmaya başladım. Üç ay süren bu iş hem maddî hem manevî kazançlarla doluydu. 18 Aralık 2002’de evinin önünde uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybeden Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu’yla tanışmam gibi. Akademik kariyer yapmam için çok nasihat etmişti. Buna gücümün ve fırsatımın olmadığını anlatamadım ona. Sadece ‘bekleyemem’ dedim. ‘O kadar bekleyemem hocam.’



Zaman aktı. Ama bu zaman seline çok şey kaptırdık. Ben ciddi ciddi büyüdüm. Hatta Ahmet bile büyüdü. Yüksek lisans da bitti. Kardeşim o azimle ülkemin en iyi üniversitelerinden birine yerleşti. Doyduğum yerdir dedim Antalya’da çalışmaya, yaşamaya başladım.


Bir gece saat 12’de telefonum çalmaya başladı. Arayan annem. Hani sezeriz ya kötü bir şey oldu diye. Aynen öyle oldu, babaannem vefat etmişti. Hem de babamın doğum gününde. Dünyanın en zor göreviydi babama bunu haber vermek ve bana düşmüştü.


Daha annesinin acısını dindiremeden 5 ay sonra da dedemi kaybettik. Babam o dönem ciddi bir depresyona girmiş. Tabi hepsini sonradan öğrendiğim, dalgınlıktan kaynaklanan önemli kazalar atlatmış.



Ergenliğini bile hastane koridorlarında geçiren kız kardeşim meslek lisesini bitirdiği günün ertesinde başlamıştı hemşireliğe. Yıllardır beraber olduğu sevgilisi artık beklemek istemiyordu. Kendimizi düğün hazırlıkları yaparken bulduk. Şimdi düğün fotoğraflarına bakıyorum da. Hiçbirimiz gülmüyoruz. Gizliden akıveren gözyaşları dışında ağlamamıştık da.


Annemin, kız kardeşimin geçirdiği ameliyatlar, babamın orada tek başına atlattığı hastalıklar, yalnızlıklar, kız kardeşimin doğumu…. vs


Öyle bir perde çekmiştik ki hayatımıza. Mutluyken sevinemedik, üzgünken ağlayamadık. Hiçbir duyguyu coşkuyla yaşayamadık.


…Geçtiğimiz haziran’da bitti bu azap. Bu yazıyı yazmama vesile olan sevgili narçiçeğine de yazmıştım. (http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=161657)

Sömestri tatilinde ailemin yanındaydım. 15 gün boyunca çocuk gibi şımarttı babam beni. Hâlâ atamadığımız bir yabancılığı kovalamaya çalışıyoruz sürekli. Terminalden beni uğurlamaya geldiğinde salya sümük ağlamaya başladı babam. Kaçan zamanı yakalayamamak, arayı kapatamamak korkusu, yetememek… Artık tüm yetersizlik duyguları ensemizde yaşayacağız.

Yine de...

 
Toplam blog
: 18
: 533
Kayıt tarihi
: 30.04.08
 
 

Ordu'da başlayan, Ankara'dan Antalya'ya uzanan bir yol(culuk) benimki. Rehber öğretmen, yönetici ..