Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Eylül '14

 
Kategori
Öykü
 

Zeytin

Zeytin
 

"Aynı güne üçüncü kez uyanırsanız gerçeklik algınızın içine edilmiş olabiliyor."

Uyandığımda perdenin rüzgarın etkisiyle kıpırdandığını hissedebiliyordum. Gece yarısı  serinliği Eylül'ün tüm gündüz sıcaklığını alıp da götürmüş olmalıydı ki yarı çıplak vücudumun hafif üşümüş olduğunu fark ettim. Eylül sadece bir ay değil, ayrı bir mevsim gibiydi. Memleketimin herhangi bir Ağustos'unda bu gece serinliğini yakalayıp üşümenin pek imkanı olmazdı. Eylül'ün tüm güzelliğine rağmen sevdiğime ihanet edemezdim, çünkü yirmi sekiz senedir bilfiil Mayıs ile sevişmekteydik. Gözlerimi açtığım andan itibaren sürekli aynı kelimeyi tekrarlamaya devam ettim. Karanlığa uyandığı için odanın karanlığına alışkın gözlerimle bir yandan etrafı gözetliyor, bir yandan da kalp çarpıntımın azalmasını bekliyordum. Tuvalete kalkmam gerekiyordu. Ayrıca boğazım sünger gibi kurumuştu, su içmeliydim. Zihnimde aynı görüntü, kulağımda aynı ses ve dilimde aynı kelimeyi yineleyerek hareketli olmadığı bir vakitte sokağımdan üç arabanın geçmesini bekledim. Gecenin bir vakti gördüğünüz bir rüyayı bazen o kadar iyi hatırlayamayabiliyorsunuz ve sahneyi gözünüzün önünde tekrar tekrar oynatmanıza rağmen sabah kalktığınızda akılda ne kadar zorlansa da hiçbir şey kalmayabiliyor. Hatırladıklarımı bir yerlere not etmeye karar verdim. Yukarıdakine selam edip yataktan kalkarken, sol tarafından uyanmakla ilgili ninemin çeşitli uyarıları tekrar aklıma gelince," yarın iş çıkışı şu yatağın yönünü değiştireceğim" diye kendi kendime söz verdim.

Karanlığı sevmem. Küçükken karanlığın içinde sürüyle bilinmezin dans ettiğini, gördüğüm yerlere kadar gelip uzaklaştıklarını, yakınlarına doğru gittikçe kenara çekilip geçit törenini izlediklerini hayal ederdim. Çoğu zaman itiraf edememişimdir ancak uyku sersemliğime verin bu samimiyetimi, kimi zaman hala durumun bundan ibaret olduğunu düşünmekten kendimi alamadığım vakitler yaşıyorum.

Karanlığın içine doğru ilerliyor olmanın verdiği aceleyle ışığı yakıp gözlerimin kamaşmasının geçmesini, o arada da  ne kadar isim veremediğim şey varsa dağılmalarını bekledim. Bunlar garip kafalı ve ayaklı şeyler olabileceği gibi, kimi zaman pat diye suratınıza çarpan uzun kanatlı akşamdan kalma böcekler de olabiliyorlardı. Tüylerimin ürpermesine yetecek kadar hayal gücümü çalıştırdığıma kanaat getirdikten sonra rüyadakileri düşünerek zihin meşguliyetimi değiştirmeye uğraştım. Hemen kalemi alıp aklımdakini hatırlatacak bir kaç cümleyi karalama defterinin köşesine ka-ra-la-dım. İlkokuldan beri güzel yazı dahi olsa tüm yazı becerim Orhun kitabelerini aratmayacak kadar eğri büğrüydü ve ancak karalıyordum. Notlar eğer başkasına yazılmıyorsa insanın hafızasıyla sırlarını paylaştığı bir mecra ve onunla samimiyetinin göstergeleridir. Ne kadar nazını geçirebiliyorsa hafızası insanın, o kadar çok not tutturuyor olmalı. Ancak okunduklarında başkalarının anladığı şeyleri not kategorisinin dışına itekliyorum çünkü o zaman mesaj kaygısı taşıyor olmalılar. Uyku sersemliği kötü bir şey olmalı ki -farkındayım yine suçu üzerine atıyorum- yazdıklarımda sahnede yer alan karakterler apaçık durmaktaydılar.

Zorlamadan koridora geçerken yarısında kalınmış ve belki de hep yarım kalacağına iyiden iyiye inanmaya başladığım koyu yeşil kaplı ondan yadigar romanla selamlaştım. Hatırımı sorduğunda acelem olduğunu iletip koridora, oradan çi...i yapmaya tuvalete gittim. Kapıyı kapatıp klozete oturdum, iskandinav sermayeli ve bol Fenerbahçe görünümlü tabelaya sahip marketten aldığım modern çizgilerle dolu diş fırçası kabının üzerindeki çizgileri izlemeye başladım. İşerken Ramazanın ondörduncü gününde yalnız bir tane oruç tuttuğumu ve bayramın yaklaşık iki hafta sonra gelecek Pazar gününe denk geleceğini hesapladım. O tek orucu da teyzemlere gittiğimde, sabahına aç kalacağımı düşündüğüm bir günde tuttuğumu işin içine katınca değeri iyiden iyiye azalıyordu. Bunun dışında sabah erken kalkıp kahvaltı yapacaktım ve bu yüzden bakkaldan peynir ve zeytin almalıydım. Çi..m biter bitmez elimi yıllar öncesinden kalma kamu spotundaki mantar kafalı çok bilmiş ufaklık gibi, parmak ve tırnak aralarıma sabun köpüğünü boca ederek yıkadıktan sonra uykumun açılmasına destek olması amacıyla iyice serinleyen suyu yüzüme çarptım. Yirmi yıllık alışkanlıkla avucuma aldığım suyla da yavaştan acıktığını belli eden karnımı doldurdum.

Mutfağa geçmeden, vestiyerdeki henüz yeni ucuzlamış olduğundan ilgimi çekip aldığım sigaradan bir çöp çektim. Koridorun ışığına dokunmadan, ağır aksak adımlarla mutfağa yöneldim. Boyun fıtığımı pırtlatmasına destek olacak bir oturuşla sandalyeye kı...ı koyup, kafamı normal duruşundan on-on beş derece yukarı kıvırdım, çakmağı çakıp sigarayı yaktım ve yanmaya başlayan ucunu izlemeye koyuldum. Bir yandan da az önce içinden çıktığım sinemanın nesneleri, başrolü ve içeriğiyle ilgili kendime cevabı hakkında zerre kadar bilgim olmayan sorular sormaya devam ediyordum. Ne, nerede, ne zaman, neden ve onlara müteakip ne alaka soruları birbiri ardına ekmek kuyruğu gibi sıralanıyordu. Sigarayı uzun süredir bırakma çabalarım zihnime iyice eziyet ediyor olmalıydı ki ikinci fırttan sonraki her çekim boğazımdan dumanı geçtikçe sadece benim yerini adım gibi bildiğim izleri anımsatıyordu. Bu sigara biraz kokuyordu. Sigara içtikçe ne kadar az olursa olsun kokusu içmeyenlere hızlıca sirayet eder. Hele ki ara sıra kimi tiryaki için uzun sayılabilecek süreçlerde içmeye aralar veriyorsanız, içmemişlerin yaşadıkları kül tablası ile yan yana oturuyor hissini siz de yaşamışsınızdır ve bunu karşınızdakine yaşatmaktan çekinir halde dumanı ilgisiz yerlere savurur durursunuz. Sigara kokuma karışıyordu zaman zaman. Bir süre sonra aramaya başlıyor, özlemi tetikleyen bir şeyler hipofiz bezinin hizasından omurilik soğanına doğru sürükleniyor, alışkanlık hissi veriyordu. Sonra  bu zevk ağır ağır ömründen çalıyordu insanın. Sen de kokuma karışmış, sonra alışkanlığım olmuş olmalıydın ve muhtemelen bilfiil ömrümden çalmaktaydın.

Son fırtımı içime çekerken, uzaklardaki sevgiliye hiç haberi olmayacağı bir selam hediye ettim. Elim ayağım telefona gidip aramak istesem de vaktin sabah ezanına yakınlığı hevesimi ve heyecanımı bir anda hızla yatıştırıverdi. Gayri safi milli sevgi sınırının altında ve asgari bir kalple yaşayan kendince çok okumuş bireylerin gece insanları rahatsız etme lüksleri olamazdı. Hem yetmiş bir gündür aramadığım birini aramak için iyi bir vakit değildi. Nizami bir şekilde, hayal dünyamı kurcalamaya devam eden bir tabak zeytini hayal etmeye devam ettim. Şeklin şemalin veya nesnenin varlığı değil de hissettirdikleriydi ilgimi çeken. Ancak o an içime dolan duygunun tarifi pek mümkün değil. Hani şunu içince böyle olursunuz deseydim herhalde üstüne çikolata sosu döktüğünüz yoğurtlu bir kızartmayı tarif etmek gerekirdi ve bunun da ilgi çekici olması mümkün gözükmüyor. Zaten zamanında reflü acısı çektiğim için yerini muazzam biçimde parmakla gösterebileceğim mide kapakçığımın yanından sıyrılan havanın kümelenmiş baloncuklar halinde yukarılara doğru ilerlemesini yaşatacak bir kimyasal olmadığını zannederim. Bunu hissetmeye devam ederken sahneye geri döndüm. Sevgiliye ve elindeki demir çanakta bana doğru tuttuğu zeytinlere hiç üşenmeden selam verdim. Gökyüzüne bakıp bir yıldız kaysın da dilek tutayım diye kümelenmiş yıldızlardan aralarından birini aşağı itelemelerini rica ettim. Herhangi biri diğerini satmamış olmalı ki aşağı kaçan ya da düşen olmadı. İlgilenmiyor gibi yaptım. Bazı insanlara yapılacak en büyük kötülük onunla ilgilenmemek olduğu gibi büyük ihtimal  yıldızlar için de durum aynı olmalıydı.

Sabah ezanı okunmaya başladığında, mutfağın ışığını kapatıp pencereden sahurdan beri ışığı yanmaya devam bir kaç evi gözetlemeye koyuldum. Karanlıkta dolanan kimi acayip varlıkların mesaileri, benim en az varlıklar kadar acayip inancıma göre bitiyordu. Bu durumun verdiği huzur ve güvenle, ezanın namazın uykudan hayırlı olduğunu anlattığı kısmı, Suudi Arabistan merkez ilkokulunda birinci sınıfa giden kavruk yüzlü çocuk becerisiyle ve ana dilinde tekrarladım. Zeytin dolu tabağı uzatıp bana gülümsüyordun. Sanırım bayram sabahıydı. Çünkü o meşhur bayram sabahı yer sofrasındaydık.

Nice zamandır öbür dünyaya vakit ayırmadığımı hatırlayıp “bari iki rekat namaz kılayım” dedim. Alsancak sahilinde, bol ing (ay en ci) takılı cümle bitimlerine sahip siyah askılı giyen üniversite bilmemkaçıncı sınıf bir kızla oturmuş, hızla virajı alan araçların asfalttan ayrılmaya ramak kalan tekerlekleri gibi kıvrılan dudağı ile hayatın anlamının  "carpe diem" olduğundan bahsetmiştik. Hatta bir ara ramazanda içki içmenin yersizliğine vurgu yapıp, aldığım dönütün ardından ayrılmak üzere olan bir dostun samimiyeti ile bardağın bu sefer belini iki elimle kaldırıp "şerefe" demiştim. Sanırım sabah namazını alnımın akıyla kılmamın bir mahsuru yoktu.

"Bugün kaç tane yiyeceksin bakalım" diye seslenmenle kendime gelip rüyama geri döndüm. Bir, iki, üç derken bakışına olabildiğince aldırarak ve ucundan yıldızların döküldüğü parmakların yorulmasın diye hızlı hareket ederek tabağıma bol bol zeytin aldım. O vakit dünyanın çeşitli ülkelerinden sofralara dökülen birçok zeytin , elindeki tabakta duranları kıskanmış olmalıydı.

Sandalyeyi yerine koyup, tablayı boşalttım. Banyoya tekrar gidip musluğu açtım, sigara kokmuş elimi suyla ovaladım. Abdest alırken, rekatları düşündüm. Aklımdan geçen sene cimbomun başındaki uzun saçlı İtalyan'ın denediği kadar kombinasyon geçti. Dört iki, üç iki, yok dört dört iki derken, iki ikide karar kıldım. Namazı kılarken, aklımdaki tanrı algısı yerine zamanında yüzüme hep gülümseyen ilkokuldaki din kültürü öğretmenimin vesikalık fotoğrafındaki simasını düşledim. Mutlu olmuştu ve sözünü dinlemek beni de mutlu etmişti. Özellikle vecelle senaukeden sakınarak askeri bir intizam içinde görevimi tamamladım.

20’li yaşların başında, okuldan bir arkadaşın aklına uyup Kuşadası’nda sabah kahvaltısında yenilebilir tanıma uyan tek şeyin hafif kızarmış havuç ve içine bol kostik atıldığı için daha çok hıyarı andıran zeytin olduğu bir otele gitmiş, orada iç güveysinden epey bir hallice olduğuna inandığımız Anadolu Lisesi İngilizcemizi test etme imkanı bulmuştuk. Gecenin bir yarısı, yarı temizlenmiş otel odasının tavanındaki sivrisineği izlerken, öğleden sonra hasbelkader tanıştığım yaşıtım İngiliz madam  "çanlar çalıyor ama siz niye bir yere gitmiyorsunuz?" şemalinde bir şeyler sormuştu. Aniden ortama salıverdiği gereksiz, post ejekülatif sendrom kıvamındaki sorusundaki çanın ne olduğunu sabah ezanını duyunca "it is" dediğinde anlamış, bir kedinin aklını alacak kıvraklıktaki zekamla "Biz Türkler, kurallarına uymadan tanrının cennetine gireceğine inanan insanlarız" cevabını yapıştırıvermiştim. Üzerinden zaman geçince pratik yapma ihtiyacı hissediliyor olmalı. Aynı çeviriyi yapmayı denerken çeviri beni bir doların üzerinde "Benjamin Franklin miydi lan?" diye merakımla pekişen koca kafalı adamın görüntüsüne götürdü. Işıklar yavaş yavaş sönmeye başlamıştı. Hakikaten, o zamandan beri çanlar kimin için çalmaktaydı?

Namazdan sonra  yeni alınmış bisikletiyle ilgilenen çocuk gibi normalde her gün kucakladığım, sarıldığım, gizlilerde sakladığım uykumu tabiri caizse boş verip bol bol yukarıdaki ile muhabbet ettim. Sabah 512 numaralı otobüste yaşlıların az olduğu bir yerde oturabilmeyi diledim. Takribi bir saat süren yolculuğum sonunda gözlerimi ineceğimden bir durak öncesinde açabilmeyi rica ettim. Olur da yanıma öküzün biri oturursa, mümkünse kapsama alanımın dışında sadece cep telefonu ve kulağındaki kulaklığıyla muhattap olmasını istedim. Sonra aklıma her geldiğinde bir türlü yakamı bırakmayan çarpıntıların oturup da beni kalp hastası yapmamasını istedim. İsteklerim bitmiyordu. Namaz kılmayı istedim, oruç tutabilmeyi diledim, hacca gitmeyi, zekat vermeyi derken istedim de istedim. İmanım uykunun imansızlığına yenildiğinde yatağa kıvrılmışım.

abağı artık zeytini almış olmama rağmen bir süre daha havada tutunca, kaşımla insanların arasına geri dönmemiz gerektiğini işaret ettim. Belli etmeden tabağı yerine bırakmanı izledim. Yanakların kızarmıştı. Her biri iri birer zeytini andıran gözlerinin içi gülüyordu.

Ağzımdaki acı sigara tadına rağmen, bel aşağı küfür etmeden uyanıp, elimi yüzümü aynı sabahta ikinci kez yıkadım. İkinci kez aynı sabaha uyanmak herhangi birinin gerçekliği hakkında insana şüpheler yaşatabiliyor. Geç kaldın ulan diye yüzüme bakan Şahinler mobilya sponsorluğundaki saatimin mevcudiyetinin yegane temeline kısık gözlerle bakarken, telefonum çaldı. Arayan geç kaldığımı sanki benim fark etmediğimi zannediyor olduğunu düşündüğüm personel şefiydi ve ilk cümle muhtemelen "geç kaldın" olacaktı. Henüz uyanmamış mı, yoksa uyanmış ama geç kalmış bir halde mi telefonu açacağımı düşünürken aramanın düşmesini bekledim. Bazen gelen aramalara sonradan geri dönmek meşgul insan izlenimi yaratabiliyor. Bu izlenim için vaktin yanlışlığını anladıktan sonra yatağa uzanıp çağrıya geri döndüm. "Geç mi kaldın" gibi saçma bir soruya evet "geç kaldım" diye cevap verdim. Zeytin, tabak ve sen yeterince mantıklı açıklamalar bütünü oluşturmadığı için tüm suçu onbir ayın sultanına gönderdim. Sonuçta kimse bir sultana buhuzlanamazdı.  

Sevmesem de güzelce traş olup üzerimi giyindim. Rakibi farkı iyiden iyiye açmış mağlup takım oyuncusu edasında sallana sallana evden çıktım. Büfeden sırf otobüste ağzımı doldursun diye gevrek durağa yanaştım. Otobüse bindiğimde vaktin mi, dileklerin mi becerisi bilinmez; duraktan beri var olan insan azlığının içeriye de yansıdığını fark ettim. Bomboş bir otobüs yorgun bir adam için değerli olmalıydı ve ben ikinci kez uyandığım bugün biraz yorgundum. Bazı mekanları değerli kılan insanlardır. Örneğin Sultanahmet dokusuyla, mimarisiyle bir bütündür ve onun değerli olması için başka niteliklere ihtiyaç duyulmaz. Ancak Kemeraltı gibi bir yerde insan olmadığı zaman dokunun, mekanların varlığı muhtemelen hiç bir işe yaramaz olurdu. Otobüs de bu anlamda ikinci kategoride değerlendirilmeli. 512 numaranın sol arka tekerinin önünde körüğe yakın olan ikili koltuk mimariden yoksun ve plastik dokusuyla bana doğru sırıtmaktaydı. Kı..ı macar otomotiv sanayinin emektar eserinin eğilip bükülmeyen koltuğuna teslim ettim. İzmir usulü bacak çeldim ve yeni aldığım gevreği saman kağıdının kenarından tırtıklarken yanıma bir durak sonra oturacak denyoyu beklemeye koyuldum. İşe gidip rüya tabirleri nokta kom sitesinden anlamlı bir şeyler bakma planları kurarken ilk durağı, ikinci durağı, üçüncüyü, derken dördüncüyü de geçtik ama yanıma kimse oturmadı.

Omzuma hafifçe dokunup yerdeki kitabın benimle alakası olup olmadığını sorarak beni uyandıran sesin sahibine gözümü açmadan baktım. Evet bazen görmek gerekmez, kafanızı çevirince de insanlar onlarla ilgiliendiğinizi anlayabilirler. Ama sesinden kız olduğunu düşündüğüm kız o vakit beni ve amacımı anlamadı. Bir süre konforlu koltuğumda içim geçmiş olmalı. Her gün yeniden sabah olması için güneşin batması gerekebilir belki ama eğer günü iyi değerlendirmeye çabalayan bir tembel teneke iseniz öğlene varmadan,bir kaç kez gündüzü yaşayabilirsiniz. Bir güne üçüncü kez uyanırsanız sanırım gerçeklik algınızın içine edilmiş olabiliyor.

Aynı günde üçüncü sabaha uyanışım olduğunu bilseydi tüm kalabalık, muhtemelen o anda konfetiler başımdan aşağı dökülür, arka körüğe bir zafer havası yerleşir ve şoförün vereceği  plaket eşliğinde otobüsten uğurlanırdım. Yüzüme, büyük ihtimal ağzımın kenarındaki susamlardan dolayı biraz da tiksinerek bakan sıra arkadaşım, yerde duran ama bana ait olmayan "Fransızca mı lan o?" diye düşündüğüm kitapla ilgili bir kaç şey daha söyleyince gülümseyip sıfır tam onda beş göttokare yerimde kıvrılıp kitabı yerden aldım. İşyerinin durağına varmak üzere olduğumu fark edip kalabalıktan sıyrıldım, balkan kökenlerini kaybetmediğini belli etmek istercesine akordeon gibi kıvrılan otobüsün körüğünün hemen dibindeki kapıya yanaşıp içimden "inecek, inecek" diye sayıklayarak "duracak" yazan ışığı yakan tuşa bastım. İyi dua etmiş olmalıydım ya da kızın densizliği tam vaktinde ayaklanmıştım. İnerken aynadan gözlerini değil de kafasını güneşten korumayı ümit ettiğini düşündüğüm gözlükleriyle kapıyı gözetleyen şoförle göz gözlüğe geldik. Selam vermek istercesine kafa salladım. Normalde indiğim otobüsle vedalaşmak gibi alışkanlıklarım yoktur. Bu sefer  ayaklarımı betona basıp bir kaç adım ilerledim, yüzümü otobüse döndüm. Bu sefer; kapının hemen kenarında, cama; kenarından suyu akan ağzını dayayan zeytin gözlü bebekle göz göze geldik. Otobüs duraktan ağır ağır ayrılırken nedense bebeğe el salladım. Evladı bana dönmüş gülümserken, şaşkın şaşkın yüzüme bakan muhtemelen annesine alaylı bir bakış fırlattım. Camdan henüz dokuz aylık olduğunu tahmin ettiğim bebeğinin ağız suyu buharlaşmaya başlamışken, anne  kendisine ait olmayan bir kitap taşıyan yabancı ile çocuğunun beş saniyelik münasebetine Fransız kalmaktan hoşnut görünmüyordu. Bebek boğumlu parmaklarını cama yapıştırıp benimle vedalaştı.

Elimdeki kitaba baktım. Mavi zemin üzerinde gülümseyen renkli bir kaç insan resmiyle donanmış kapakta kırmızı ve on altı punto büyüklüğündeki yazıları inceledim. Avrupa sinemasından araklama dil bilgimle kapakta Fransızca "hoşgeldin" kelimesini ayırt ettiğimde hafızama bir kez daha teşekkür ettim. “Hoş buldun” dedim. Yönümü bu kez iş yerine doğru çevirdim ve vaktin öğlene varmasının verdiği geçici gerginliğe rağmen, çevredeki insanların duruma  yabancılığına aldırmadan huzurla mırıldandım: “İyi ki geldin!”

 
Toplam blog
: 63
: 1414
Kayıt tarihi
: 14.08.08
 
 

Hayat hikayemi fazla uzatmayacağım, çünkü hepimiz bir şekilde yolumuza kavuşuyoruz. Okuyan bir an..