Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Eylül '10

 
Kategori
Kitap
 

"Kaçak Kız"

"Kaçak Kız"
 

Muzaffer İzgü


Sizin babanız ya da anneniz söylemese bile eminim söylediğini duyduğunuz “baba” ya da “anne”ler mutlaka olmuştur: “Benim kızım/oğlum doktor olacak.” Ben de bu cümleyle büyüdüm. Öyle ki daha ilk okuldan itibaren “Doktor” derlerdi bana. O yüzden “Kaçak kız” romanının içine dalıverdim ve adeta yaşar gibi okudum. Şimdi anımsadığımda beni gülümseten seslenişler dışında, yaşadıklarımdan çok farklıydı anlatılanlar ama yine de yaşar gibi okudum. Ta yanıbaşımda geçiyordu olanlar, evimin az ilerisindeki Göztepe mahallesinde ve Cami sokağında yani aydınlık şehrimde; belki bu yüzden yaşar gibi okudum.

Sınavı, şu malum sınavı, insanın hayatını önce ve sonra diye ikiye ayıran üniversite sınavını kazanamayınca ayılıp bayılan annesini, “ayakkabısız” büyüyen babasını ve kızkardeşini, kapıyı çarpıp çıkarak geride bırakan Üzüm ile birlikte düştüm yollara; otobüse bindim, “kocaman bir yorgan gibi kenti örten” gecede, “gecenin küpeleri gibi parlayan sokak lambaları” ile aydınlanan Konak meydanından başlayıp, otobüs nereye götürürse oraya gittim Üzüm’le. Kimselerin olmadığı Halkapınar istasyonunda, bir trenin altına atmak istedim kendimi… Annemin “Deneme sınavında tam puan getirirsen istediğin ayakkabıyı alırım” dediği o güzel ve pahalı ayakkabılar vardı ayağımda, onlarla yürüdüm o yollarda. Otogar’a kadar gittim. Van’a gidiyordu bir otobüs, ona binip, Van Gölü’ne mi atsaydım kendimi? Ama kalktı bile otobüs. Şimdi İstanbul otobüsü var, feribotla. Feribottan denize mi atlasam yoksa? Burda da deniz var. Oturdum bir yaşlı kadının yanına. Sohbet etti benimle. Otuzundaymış. “Senin türkü çığırma zamanın, çiçekler türküyle büyür.” diyordu bana.

Ne türküsü?

Doğum günümde annemin aldığı, artık hiç bakmak istemediğim saat bile, benim uyanıp ders çalışmam içindi; çalar saatti. Anne-babamın en mutlu zamanları, saatin uyandırma çanının çaldığı zamanlardı. Benim uyandığımdan emin olduktan sonra, birbirlerine sırtlarını dönüp uyuyorlardı. Islanırsam, hasta olacağım için değil, “hasta olup derslerden kalırsam” diye üzülürdü benim annem. Babam dersaneye etek dolusu para dökmüştü ne de olsa. Bu yüzden çalışıyordu babam, pazar günü bile. Madem o görevini fazlasıyla yapıyordu ben de yapmalıydım ve doktor olmalıydım hem de profesör doktor!.. Notlarımız biraz düşük diye babamız kızsa, annem hemen bizim adımıza söz verirdi “Benim kızlarım notlarını düzeltir, değil mi kızım?” diyerek.

Bazen de “ayakkabısız ve zavallı” babamın, aslan kesilerek attığı nutukları, ibadet eder gibi dinlerdik; dinlemeye mecburduk, “haklısın” demeye mecburduk. Tiyatro sanatçısı olmak istemek mi? Sakın ha sakın!.. Lisede katıldığım oyuna bile, alacağım notu etkileyecek diye izin verdi babam da, seyretmeye bile gelmedi. Oysa ben onlara “doktor olmak istiyorum” dememiştim hiç. Dersaneye de gitmek istememiştim. Ama durmadan durmadan “doktor olman” gerek dediler. Sınavı kazanmalı, doktor olmalı, konu komşuyu, halamı… utandırmalıydım ve anneme babama bakmalıydım. Onlar, ah onlar, olanakları olsaydı kesin doktor olmuşlardı. Madem olamadılar ben olmalıydım. İstedim sahiden sınavı kazanmayı; durmadan, durmadan test çözdüm, uyudum uyandım test çözdüm, kursa gittim test çözdüm, eve geldim test çözdüm. Ama… Ama o sınav günü yok mu… O sınav günü; hayatımın “önce ve sonra” diye ikiye ayrıldığı o birkaç saat. Elim ayağım buz kesti, aklımdaki her şey yitti gitti, yapamadım. Eve geldiğimde heyecanıma verdiler sessizliğimi, kazanacağımdan emin limonata ile kutladık başarımı ama ben “yapamadım” diyemedim. Ve sonunda o kara gün geldi çattı, “kazanamadım”. Onları konu komşuya, arkadaşlarıma… herkese rezil ettim. Annem yerden yere attı kendini, bayıldı, ağzından köpükler saçarak, babam annemim yanıbaşında, hastane telaşında, “Olmaz olsun senin gibi evlat.” dedi. Ben de olmamak için kaçtım!.. Bir daha dönmeyeceğim o eve, dönmeyeceğim! Ezgi.. “Sen de oyuncu doktor olursun” diyen, babamdan saklı, birlikte ruj sürdüğümüz, sırlarımı paylaştığım kardeşim Ezgi. Özledim onu.

Ayrıldım otogardan. İstasyonon oradaki köprü altında şarap içen adamlar vardı, korkup kaçtım, önümde duruveren taksiye sığındım ama “benim de kızım var” diyen taksicinin bütün ısrarlarına rağmen dönmedim eve. Niye döneyim ki? Kalabalık bir yere bıraktı beni; Alsancak’a. Bira içmek istedim, oturdum bir yere. Nasıl çıkmıştım evden, param yoktu yanımda. Yine de bir bira söyledim ve içtim. Genç biri masalarına davet etti, reddettim, sonra sessizce kaçtım. Açıkmıştım ama “simit alsana” diyen çocuktan simit alamadım. Paramın olmadığına inanmadı üstelik. Az sonra tekrar geldi, yanında bir arkadaşı, otobüs biletlerimi verdim birer simit aldım ikisinden de. Sonra? En iyisi bir sinemaya girip, arka sıralarda saklanıp sabaha kadar uyumaktı. Bilet parası? Filmin yarısı bitmişti, kapıdaki görevli uyukluyordu, süzülüverdim sessizce. En arka sırada uyumuşum ki, uyandırıldım. Benim gibileri bulup çıkarmak için son seanstan sonra salonu dolaşıp ışıkları kapatan Fırat’ın sesiyle uyandım ve sonra… Sonra her şey bir oyundu sanki. Oysa ben hayatla hiç oyun oynamamıştım. “Mercedes”li makinist nam-ı diğer “doktor” Fırat da bir üniversitezedeydi ve belki de bu yüzden en çok o beni anladı, belki o yüzden beni sakladı otelinde; makinist dairesinde.

Ve gazetelerin üçüncü sayfasına haber oluverdim. Aklınıza gelen gibi değil, “kötü son” la bitmedi benim hikayem “Sınavı kazanamayınca evden kaçan kız” olarak haber oldum.

“Denizin dalgalarının duyulduğu bir kumsala uzanmak ve bu dalgaların sesini dinlemek. Elleri başının altında yastık, gözleri sımsıkı kapalı, güneşin öptüğü, rüzgarın yaladığı zaman… Üzüm’ün gerçek Üzüm olduğu zaman” Sadece böyle bir anı yaşayabilmek için bile dönmek istemedim o eve ama… Ama ya annem kalp krizi geçirdiyse? Birlikte bastık kapının ziline, içerden Ezgi’nin çığlığı duyuldu: “Ablam geldi, ablam geldi!..”

Not: Evladınız varsa, henüz üniversite çağına gelmemişse, hatta ille de gelmeden, mutlaka okuyun bu romanı. Sonra her yıl bir daha bir daha okuyun. Evladınızın doktor olmasını istemeseniz de okuyun. Yazarın, dramatik bir konuyu nasıl güzel renklerle, nasıl güzel bir Türkçe ile ve nasıl aydınlık anlattığını görecek ve renkleri, güzelliği ille de aydınlığı yüreğinizde hissedecek, hissetmekle kalmayıp kendi “renk”inizi sorgulayacaksınız.

 
Toplam blog
: 210
: 3227
Kayıt tarihi
: 29.03.07
 
 

Yazmak... Öyle güzel, öyle hoş ve öyle derin bir eylem ki!.. Olmazları bile oldurabiliyorsun. "Ke..