Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Ocak '11

 
Kategori
Kitap
 

"Şafak Sancısı"

Kaybolan kuğunun hüznü veya denizanasının tılsımı  

V. Bölüm  

Bu bölümün açılışını Muha’nın bir şiiriyle yapalım istedim: 

“Her nesil kendine ait türküye gelir
Senetten anlayan ancak söyleyebilir türküsünü
Dağa çıkıp taş atsan, bağırsan
Sesin yankı olup tekrar gelir.
Hiç cevapsız bırakmayan her sesi
Yankının da yasası var, bilirim.
Saygıyla başımı eğerim.”(1)
 

Aytmatov bir avcı masalıyla sohbete başlıyor: 

Kojajaş adında bir avcı avlanarak geçimini sağlarken evlenmeye karar vermiş. Bu kararını uygulamak için hediye ve malzemeye ihtiyacı olduğundan ava çıkmış. 

Masal bu ya, vizon denilen dağ keçilerinin düğününe rastlamış. Düğünü seyre dalmış. Tam gelinle damat gerdeğe girecekken kendi düğününü hatırlayan Kojajaş tüfeğini doğrultup dağ keçilerinin hepsini vurmuş. İki boz keçi kalmış. Erkek kendilerini vurmaması için Kojajaş’a yalvarmış, ama Kojajaş onu da vurmuş. Boz keçinin eşi, Kojajaş’ın lanetlendiğini ve attığı kurşunların hiçbir canlıya zarar veremeyeceğini söylemiş. Kojajaş da dağ keçisine sıktığı kurşunun gerçekten zarar vermediğini görünce bıçağını çekip keçinin peşine düşmüş. 

Şura senin bura benim, Kojajaş bir bakmış ki, geri dönemeyeceği bir uçurumun kenarında. Feryadından dağ taş inlemiş, ama son pişmanlık fayda vermiyormuş. 

Kojajaş’ın nişanlısı dağ taş demeden aramasını sürdürmüş, ama aradan yüz yıl geçmesine rağmen Kojajaş bulunamamış. Dağ keçilerinin düğününe imrenir olmuş Kojajaş’ın nişanlısı. 

Bir efsane de ben anlatayım: Rahmetli dedemin bir arkadaşı avcılık yapıyormuş. Bir gün yine her zamanki gibi ava çıkmış. Tam öğle vakti ezan okunurken bir tilki görmüş. Tilki de avcıyı… Avcı Mehmet çavuş tüfeğini tilkiye doğrultmuş, tilki hiç oralı değil… Avcı bir anda tilkinin dört yaşındaki oğluna dönüştüğünü görmüş. Tüfeği indirmiş, gözlerini silmiş. Bakmış tilki… Tekrar tüfeğini doğrultmuş, nişan almış, yine oğlunu görmüş. Tekrar tüfeği indirmiş. Bu hareketi üç kez tekrarlayıp aynı şeyi görünce tilkiyi vurmaktan vazgeçmiş. Avdan da vazgeçmiş ve köye dönmüş. 

Eve gelince hanımı Mehmet çavuşa: 

—Bugün öğle ezanı okunurken çocuk çok şiddetli karın ağrısı çekti. Ölecek diye korktuk. Komşular soğuk sudan şerbet yapıp içirdiler de sancısı kesildi. Şimdi içeride uyuyor, demiş. 

Mehmet çavuş o gün tüfeğini duvara asmış ve bir daha hiç eline almamış. 

Şahanov, bilim adamlarının mikro bir algılayıcıyı bir çiçeğe yerleştirmişler ve birisi çiçek yaprağını koparmak için elini uzattığında yaprak koparılıncaya kadar çiçeğin titrediğini, yaprak kopunca titremenin durduğunun görülmüş olduğundan söz ediyor. 

“Cansız diye bildiğimiz basit bir yaprağı bile bunca duygularla donatan, ne büyük kudrettir! Biz insanoğlu değil yaprağı, taygayı bile alt üst ettik.”(2)  

Bu düşünceyi destekler mahiyette Cengiz Aytmatov’da benzer bir düşünceyi söylüyor: 

“Gazeteden, bir karanfil çiçeğine yapılan tecrübeyi okuduğumda hakikaten şaşırmıştım. Genç ve güzel kızlar kokladığında, karanfiller daha çok açılıyor, seviniyorlarmış. Sigara, içki içenler kokladıklarında ise iğrenip çiçeklerini kapatmaya başlıyorlarmış. Hayret etmemek elde değil!  

Evet, bütün bunlar gösteriyor ki canlı tabiatın her birinin kendisine has bir “beni” var. Hayvanlarda belli bir miktar anlayış duygusu, sevmek, nefret etmek gibi hislerin olduğunu da reddedemeyiz. Hatta bazılarının yaptıkları insanoğlu için ibret dolu hadiselerdir.”(3)  

Cengiz Aytmatov’un kurtlarla ilgili anlattığı efsane benim çok ilgimi çekmişti. Dişi bir kurt bir çobanın koyun ahırına yavrulamış. Hayvanlara zarar vermediklerini gören çoban da kurtlara müdahale etmemiş. Kurt yavruları biraz büyüyünce, bir beyaz kuzuyla koyun oyun oynarken, kuzunun ölümüne neden olmuşlar. Çoban ne yapacaklar diye beklemiş. Ertesi gün bir bakmış ki, ölen kuzuya benzer bir beyaz kuzu boynunda iple sürünün içinde… Dişi kurt komşu köylerin birinden bir beyaz kuzu bulup, öldürmeden getirmiş. 

Kurtlar da, diğer hayvanlar da insanların birçoğundan daha adaletli ve daha merhametli. 

Kurtların bu güzel davranışlarını yaşamlarını çok iyi bilen ve yazan Cengiz Aytmatov’un “Dişi Kutrun Rüyaları” nda da bulabiliriz. 

Söylentiye göre radyasyon yayılması sonucu canlı organizmaların DNA sapması sonucu gözle görülür bir değişimle canlılarda farklılaşmalar başlamış ve buna mutant demişler. 

Knosneyar’da bir kadın topladığı mantarları evinin altındaki depoya koymuş. Bir süre sonra kötü bir koku alarak ne olduğunu anlamak için aşağı inmiş. Kocaman bir şeyin depoda durduğunu görmüş. Ayakucu ile ne olduğuna bakmak için dokunmasıyla o varlığa ayağını kaptırmış. Feryatları üzerine komşuları gelip kadını kurtarmışlar, ama kadının ayak etleri sıyrılmış ve yalnızca kemik kalmış. 

Benzer bir olayda Bermuda’da yaşandığı bir denizanasının mutanda dönüştüğü anlatılıyor. 

Tsiolkosky: “İnsanların tabiata saldırıları sona erdi. Artık insanlara saldıran, tabiat olacaktır!” (4) diyor. 

Bu görüşleri Cengiz Aytmatov kıyamet hazırlığına bağlıyor. 

Muhtar’ın Almatı’da hava kirliliği bakımından dünyanın yaşanması uygun olmayan şehirleri arasına girdiğinden söz edince, Aytmatov’da Japonya’daki bir çalışmayı anlatıyor. Japonya’nın artan nüfusu, gökdelenleri, fabrikaları sebebiyle Tokyo şehri yaşanmaz hale dönüşüyor ve çareler aranmaya başlanıyor. Çareyi proje üretiminde buluyorlar. Kimin projesi en kısa sürede Tokyo’nun havasını temizlerse belediye başkanlığına o getirilecek deniyor. Bu yarışma sonucu seçilen belediye başkanı altı ayda Tokyo’nun havasını temizliyor. 

Bizim belediye başkan adaylarına ve seçmene bakıyorum da, adaylarımız siyasi partilere yaptıkları parasal bağışlarla belirleniyor, seçmen de oyunu iş yapana göre değil, lâik, dindar, liberal, muhafazakâr diye kullanıyor. 

Başkan seçilen kişi de ya heykel diye demir, beton, taş gibi unsurlara yatırım yapıp mensubu olduğu partiye yalakalık yapıyor ya da kömür, odun, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, çocuklara top dağıtarak sadaka veriyor. 

Seçmen de ya tapacağı, ya kapacağı bir şey aradığından ona göre kendi zaman ayarını belirliyor. Yani zifiri karanlığı kibrit ışığıyla geçmeye çalışıyor. 

Jules Verne’nin 1865 yılında yazdığı “Aya Seyahat” adlı hayali romanı 1960 sonrasında gerçek oldu. 

Aleksandır Belyayev’ın “Hava Tüccarı” adlı romanında oksijenin önce sıvı olarak, sonra sertleştirilerek zenginlere satıldığı, bunların depolandığı için de fakir halkın çalı çırpı altında hastalık geçirdiği, ölüme mahkûm olduklarından bahsediliyor. Belki 50–60 yıl içinde “Hava Tüccarı” hayali romanı da gerçek hayata dönüşecek. 

Bunca kötü koşullar sonunda insan DNA’sında da değişim başlayıp insanın mutanda dönüşmeyeceği ne malum? Ne dersiniz… 

Aytmatov, “Kasandıra Damgası” adlı romanında balinaların toplu intiharlarının insana karşı düzenlenen bir isyanın belirtisi olarak gösteriyor. 

Bölümün sonunu Cengiz Aytmatov’un bir aktarmasıyla sonlandıralım: 

“Bir insanın egoizmi büyüye büyüye devlet egoizmini doğuruyor. Neticede pişmanlıktan başka bir şey elimize geçmiyor.  

UFO’larla ilgili bir röportaj okumuştum, ifadeleri aynen şöyle :  

— Yeryüzü kristal saraya benziyor. İnsanlar ise bu saraya hapsolmuş sürtüşen öküz rolünü üstlenmişler.”(5)  

10 Ocak 2011
Ankara 

___
1. sayfa 271 2. sayfa 279 3. sayfa 279 4. sayfa 286
5. sayfa 292 

 
Toplam blog
: 74
: 571
Kayıt tarihi
: 24.12.07
 
 

1965 Tortum doğumluyum. Ankara Gazi Üniv. Fen Edebiyat Fak. mezunuyum. T.D.E öğretmeniyim. İki ço..