Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Mayıs '08

 
Kategori
Felsefe
 

"Sonsuz"a adanmış ruhların intiharı

"Sonsuz"a adanmış ruhların intiharı
 

Sonsuz'a...


Derin ve keskin bir uçurumun yamacından aşağı peşpeşe boşluğa atlayan karbeyaz, körpecik kuzular görüyorum. Biri atlıyor, diğeri de ardından! Ve onun ardından da diğeri, diğerleri… Hepsi de karbeyaz, hepsi de körpecik kuzucuklar! Bir intihar zinciridir gidiyor, bir yürek parçalayan manzaradır sürüyor. O pamuk yumağı, körpecik, bembeyaz hayvancıkların sevimli bedenleri kayalıklardan aşağı uçuyor ve bir o yamaca bir bu yamaca çarpa çarpa yuvarlanıyor. Ve biri değil; birbirini izleyen her biri, hepsi düşüyor o ürküten boşluğa… 

Aslında bir düşüş değil, kör bir intihar bu! Zira hiçbiri görmüyor! Hepsi ezbere bir gidişle bir önündekini takip ediyor ve öndeki kör boşluğa yuvarlanır yuvarlanmaz bir diğeri de ardından… Zira bakmıyor hiçbiri! Sadece önündekini takip ediyor; kör bir gidişle gözünü değil, ezberini kullanıyor… 

Sonra bakıyorum; o karbeyaz kuzucuklar, o körpecik sevimli hayvancıklar tertemiz ruhlara, hiç yaşanmadan çöpe atılan hayatlara, bir ezbere kör gidişle daha paketi açılmadan iade edilen yaşamlara dönüşüveriyor. “Ne kuzusu, ne oğlağı! İnsan bunlar insan!” diyorum dehşetle! 

O pamuk yumağı gibi karbeyaz, körpecik hayvancıkların intiharına dayanmayan yürek, o hayat dolu hayvancıkların boşluğa yuvarlanışını içine sindiremeyen akıl, bu manzaraya nasıl dayansın; insana can olsun, hayat olsun diye sunulmuşken türlü karadeliklerden aşağı akıtılıp hunharca katledilen can sularının, hayat pınarlarının kuruyuşuna nasıl katlansın! Hızla gidip geliyorum kabusla hakikat arasında… 

“Manzara çok abartı, fazla dramatik!” diyerek suları bulandırmaya çalışan kirli ve sahte akıl! Kör zihin! Yanıt ver o zaman! İnsan değil mi bugün, dünyaya insan olarak gelmenin ne büyük bir nimet olduğundan dem vurup edebiyat parçalarken kendi gırtlağını kesmek için canhıraç bıçak sallayan? İnsanın yeryüzü halifeliğinden, eşref-i mahluk oluşundan söz edip cilalı söylemlerle egosunu kabartırken “Ey kendini insan zanneden insan!” yakarışının üstünü örtemeyen, saklanamayan, gizlenemeyen? O sefil yaratık değil mi, “İnsanım!” diye geçinirken kendini o mukaddes tahtından düşürüp aşağılık durumlara sokan, utanılası hallerle gün be gün daha da aşağılara düşen? 

Evet o! Peki kimdir o? Kıyıya köşeye kaçmadan yanıt ara! Hemen şimdi! Kimdir, “O!” diyerek işin içinden sıyrılıp bir çırpıda arazi olmaya, her kusurumuzu, her özrümüzü hiç gelmeyecek zamanlara öteleyerek kaybolmaya alışık olduğumuz suçlu? O bir üçüncü tekil şahıs mı; yoksa bizzat sen misin, ben miyim? 

İnsanın ve insanlığın içine düştüğü sefaletten yakınan sensin, benim! Ama her ne hikmetse bizler sütten çıkma ak kaşığız, daima masum olan tarafız! Bizler iyi insanlarız, kimsenin kötülüğünü istemeyiz, hep barıştan adaletten yanayızdır, daima paylaşımcıyızdır, kendimize yontmayız hiçbir şeyi, son derece sevgi doluyuzdur, kimseyi kırmak incitmek istemeyiz, kimselerin yaptığında ettiğinde gözümüz merakımız olmaz ve daima asıl işimizle meşgul olup kendimizi geliştirmeye çalışırız, son derece dürüst ve yalandan hiç haz etmeyen kimselerizdir, çalışkanızdır, ataleti ve miskinliği hiç ama hiç sevmeyiz vs. vs. vs. … Yani hepimiz, her birimiz pırlanta gibiyizdir maşaallah; ama her ne hikmetse dünya bu haldedir, kendini insan zanneden insanın ağzından salyalar akmaktadır ve bizler bu çirkefin orta yerinde dünyanın en masum, en temiz insanları olarak hapis kalmışızdır! İlginç! 

İlginç olan hiçbir tarafı yok; zira herşey apaçık ortada! Hepimiz en alasından, en pişkininden birer yalancıyız! Evet, üzücü ve son derece utandırıcı belki; ama durum bu! Hepimiz, herbirimiz sürekli yalan söylüyor ve daha da ötesi yalan bir hayatı tüketiyoruz… 

Birbirimize ve hayata karşı sürekli yalan söylüyor, sürekli dışarıya verdiğimiz fotoğrafı makyajlamakla uğraşıyor, bu iğrenç ve astarı yüzünü geçen beyhude uğraşlarla daha da vahim hallere düşüyoruz! 

Ve iğrenç bir oyun, mide bulandıran bir kısır döngüdür sürüyor! Daha da kötüsü ve en vahimi; hakikate, o hiçbir şekilde çarpıtılamaz, değiştirilemez, dönüştürülemez gerçekliğe karşı rol kesmeye cüret ediyor, o ayaydın ve dosdoğru ibrenin karşısına geçip tam bir cahil cesareti ile oynuyoruz! Çirkin ve son derece tehlikeli bir oyun! 

Dürüstlüğümüz, çalışkanlığımız, kendimizi aşma, değiştirme, yenilenme isteğimiz ve yıkanma arzumuz koca bir yalan! Zira iç sesimiz, yıllar boyu aynı kokuşmuş ve eskimiş kafalarla yine aynı sahte hayatı tükettiğimizi bilmesine rağmen, biz kendimize yalan söylemeye edepsizce, hayasızca devam edebiliyoruz. Hayat felsefemiz, en kestirme haliyle “Armut piş, ağzıma düş!”… 

Ama ne ilginçtir ki armut bir türlü pişmiyor ve akabinde türlü şikayetler, yakınmalar birbirini takip edip gidiyor. “Neden hayatım bu kadar sıkıcı?”, “Neden hiçbir şey istediğim gibi olmuyor?”, “Neden mutsuzum?” türünden klasik ağlamalar sahte hayatlarımıza eşlik ededursun, yanıtları açıkça koyalım masaya! 

Hayatın bu kadar sıkıcı; zira hayata bir şey vermeden çok şey istemeğe dönük boş hayellerinle sen hayatı feci halde sıkıyorsun! Sen seni sürekli sıkan, sana hiçbir şey katmayan birine karşı bonkör olabilir miydin? 

Hiçbir şey istediğin gibi olmuyor; çünkü sürekli hak etmediğin şeyleri istiyorsun! İnsan herşeye layık elbet! Ama üzgünüm ki, sen henüz gösterdiğin performansla onları isteyebilecek düzeye erişemedin! 

Ve mutsuzsun; çünkü henüz mutluluğu hak edemedin, doğru adreslerin peşine düşemedin ve hala açık bir kapının önünde bekleyip “Bu kapı neden açılmıyor!” diye feryad ediyorsun! İstersen bir de kapının kolunu çevirmeyi dene… 

Siz armut olsaydınız, böyle bir manzara karşısında düşer miydiniz o miskin ağızlara? Açık konuşayım; ben düşmezdim! Düşmem! Hergünü birbirine benzeyen, birgün olsun kendini kemirip duran kurtların bir tanesinden vazgeçebilmek için kıpırdamayan, pozisyon değiştiremeyen, kendi ataletinin farkına varamayan bir miskinin midesine ne diye nimet olacakmışım ki! Düşmem tabi! Eh, hayat da böyle diyor işte ve son derece de haklı… 

“İnsanın bu dünyadaki İŞİ nedir?” sorusunun hakkını vermeden mutluluğun sırrına erebileceğini kim söylüyor ki sana! Hayat senin gibi arkasını güneşe verip ağaç altında keyfedenlerin nefsini okşamakla mükellef bir şey mi zannediyorsun! Sen para isteyeceksin para, ev isteyeceksin ev, eş isteyeceksin eş, çocuk isteyeceksin çocuk, yazlık isteyeceksin yazlık, kışlık isteyeceksin kışlık verecek ve sen de utanıp sıkılmadan hepsini alıp cebe koyacak ve her verileni de çarçur edip isteklerine yenilerini ekleyerek son zil sesi çalana dek bu evcilik oyununu sürdüreceksin, öyle mi? Üzgünüm ama yanlış numara! 

Etrafım laf olsun diye seçilmiş mesleklerle, alışkanlık icabı yapılmış evliliklerle ve yine alışkanlık ve görüntü icabı dünyaya getirilmiş çocuklarla dolu! Ve iyi biliyorum ki, sizinki de! Bu manzaranın neticesi işini elinin ucuyla ve hergün lanet ederek yapan insanlar, doyumsuz ve hergün birbirini yıpratmayı alışkanlık edinmiş mutsuz eşler ile kıyıya atılıp onca rezaletin içinde kendi kendine büyümesi beklenilen çocuklarsa, bundan hayat mı suçlu? “Şartlar valla!” deyip işin içinden çıkabilecek yüzsüzlerin sayısı gün be gün artıyorsa; bu iğrenç yanıtı doğru kabul etmek, mecburiyetim mi benim? “Böyle gelmiş böyle gider!” bayağılığına ayak uyduracak kadar küçülmeli miyim ben de? Ucuzlaşmalı mıyım? Felçli ruhlara, ex olmuş hayatlara onay anlamına gelecek bir duyarsızlıkla normal mi kabul etmeliyim bu büyük katliamı? 

Hayvanseverler, doğa severler, insan hakları savunucuları, çevreciler! Nerdesiniz! Bir büyük katliam yaşanıyor hergün bu meydanda! Hayatın tam ortasında! Cesetlerin üstünden atlayarak geçiyorsunuz her biriniz! Ölülerin üstünden sekiyorsunuz adeta! Zira yarışınız var! Hep önde olmanız, daha çok kazanmanız, adınızdan söz ettirmeniz lazım ya; seke seke uçuyorsunuz bu cenazelerin üstünden! Tebrik ederim, insansınız ne de olsa! 

Yer gök alışkanlık icabı yapılmış çocuklar ve o pırıl pırıl ruhlara yetemeyen anne babalarla dolu! Çok düşünürler ya çocuklarını, pek bir sever kollarlar ya; pek çoğu da yeterlilik sınavından çakmış durumda! Ne var ki sınıfta kalmışlar, haberleri yok… Geçen akrabalardan biri evine gelen öğretmen hanıma çocuğunu şikayet ediyor. “Hoca hanım bizimkinin dersleri pek iyi de, okuması zayıf! Hiç kitap okumuyor!” Hoca uyanık olsa da anneye babaya dönüp “Demek çocuğunuzun kitap okumamasından şikayetçisiniz! Peki siz en son ne zaman baştan sona bir kitap okudunuz acaba? Ya da bir akşam televizyonun kapama düğmesine basıp bu akşam hep birlikte okuma akşamı dediniz?” diyecek olsa, dökülecek tüm boyalar! 

Kendileri abartsız hayat adına, insan adına hemen hemen hiçbir şeyin konuşulmadığı içki masalarından kalkmazken buluğ çağına girmiş çocuklarına içki sigara nutukları atan anne babalar da yalnız benim çevremde olmasa gerek! 

Kendileri sigarayı peşpeşe eklerken uyguladıkları korku politikasıyla çocuklarını balkonlarda, odalarda gizli gizli nefeslenirken yakalayan “sorumlu” (!) anne babaların da kulakları çınlasın! “Bile bile lades!” mantığıyla çocuklarına hamileyken içerler, ufakken içerler, büyükken içerler, çocuk buluğ çağına girip gizli gizli sigaraya başladımı da birden aslan kesilip nutuk programına geçerler! 

Dünyaya bir can getirmeye, bir insanın sıfırdan inşasında başrolü oynamaya karar verirler, böylesine hayati, dev bir karar verebilecek kadar güçlüdürler; ama gelin görün ki, o pırıl pırıl gelecek adına hayatlarındaki bir pisliği yok edecek, bir karadeliği kapatacak basiretten yoksundurlar! Hayatlarındaki hiçbir şeyi değiştirmeye yönelik iradeleri, mesuliyetleri, ciddiyetleri ya da gereken fedakarlıkları sergileyebilecek olgunlukları yoktur; ama kendilerini çocuk yapmaya ehliyetli görürler! Sonuçta biyolojik olarak hasbelkader yeterlidirler ya, bu fazlasıyla kafidir! Hem evlendin mi çocuk yapmadan olur mu hiç? Mazaallah “Bunların çocukları olmuyor!” falan derler! 

Hal böyle olunca ya çocuk “Üzüm üzüme baka baka kararır!” hesabı kendilerine benzeyip kokuşur gider, sıradan ve kör bir hayatı tüketmeye başlar; ya da “Boynuz kulağı geçer!” hesabı anne babayı sollar geçer ve bakakalırlar ardından “Biz bu çocuğu niye anlamıyoruz?” diye… 

Hayatınızın sonuna geldiğinizde ve yeterli bir anne baba olamadığınızı değil, “olmadığınızı” acı ile tecrübe ettiğinizde siz siz olun sakın çocuklarınızı “İmamın dediğini yap, gittiği yoldan gitme!” mantığıyla büyüttüğünüzü ve sonucun böyle olacağını hiç düşünmediğinizi söyleyip daha da traji-komik hallere düşmeyin! 

“Gör!” diye verilmiş gözleri kullanmak yerine bir önümüzdekini taklid edip, aynı kör mantıkla kayalıklardan aşağı uçan o körpecik kuzulardan ne farkımız var şimdi? Adına “insan” denilen ve “Sonsuz”u tatması için yeryüzü cennetine “halife” sıfatı ve şerefi ile indirilen bu birbirinden mukaddes ve muazzam varlıkların peşpeşe intiharına seyirci değiliz! Bizzatihi başrolde oynuyoruz! Evet! O son derece çirkin ve tehlikeli oyunda, baş rolde! Eh, o kör nefis, o hep “Ben! Ben!” diyen doymaz ego hep baş rolde oynamak isterdi ya; buyursun oynasın şimdi… 

Nefis aynada kendini gördü mü pek bir sıkılır, pek bir bunalır! Zira o hep mükemmel olduğunu sanır! Buna inandırmıştır kendisini! Zira onun yegane işi budur! Kendini mükemmel görmek ve boyaları döküldü mü, onları süratle makyajlayacak sahte bahane ve temellendirmeleri peşpeşe eklemek! Ne var ki manzara açık! “Yeni”ler, “tevbe”ler, “şükür”ler, “değişim”ler, “dönüşüm”ler hep dilimizde bizim! Hayatımız ağzı açık ayran budalası misali ağaç altında armut beklemekle geçiyor ve bu kafalar değişmediği sürece de o armut hiç pişmeyecek… 

....... 

Zaman ve mekan ötesi o ses, o dosdoğru ses, üç ayetlik kısacık ama sonsuz derinliğe haiz Asr Suresi’nde aynen şöyle diyor; “Asr’a andolsun ki, insan hiç şüphesiz ziyandadır. Ancak inanıp yararlı iş işleyenler, birbirine gerçeği ve sabırlı olmayı tavsiye edenler bunun dışındadır.” 

İşte altın bir söz! Asr’a and olsun ki, insan ziyandadır! Kabulü bir hayli zor gelse de her halimizle, her tavrımızla ziyandayız! Boşa akıtılan bir zemzem pınarının dibinde hayal kurmakla meşgulüz! Boşa akan zaman, boşa akan sağlık, boşa akan akıl, boşa akan aşk, boşa akan hayat, boşa akan sen, ben… Gözümü alır diye korkma, kaçma! Tut aynayı kendine, tut! Uykuyla geçen gününe, uykuyla geçen ömrüne bak! İyice bak! Kendin bile inanmadığın yalanlarına yaklaş! İyice bak! Yakından! Hep erteleyip değiştirmekten kaçtığın saçmalıklarını incele! Dikmeye hiç yanaşmadığın söküklerinle yüzleş! Dışarı çıkacağın zaman aynanın karşısında yarım saat durursun! Birgün olsun da bu aynanın karşısında dur! Kaçmadan, bahaneler bulmadan, ertelemeden, ötelemeden, gözlerini alan bu hakikat aynasının karşısında eriyip gitmeden adam gibi dur! Dur bakalım ne olacak… 

Bugün para, statü, mevki türünden tüm egosantrik savaş aletleri gözünü döndürmüş “insan” geçinen insanın! Kendi şeref ve haysiyetinin, insan olmanın verdiği büyük mesuliyet ve güzelliğin kıyısından bile geçecek halde değil! Ağzından salyalar akıyor abartısız… 

Bu, insanı insanlığından çıkaran vahşi yarışın, rekabetin, nefsin kör taleplerinin hüküm sürdüğü sanal dünya ile hep içinde olduğumuz ancak hakkını verip ebeden kucaklaşamadığımız hakikat alemi arasındaki farksa apaçık ortada! Sazlığından koparıldığı için dünyada kaldığı zaman boyunca içli içli inleyen ney misali yanan tarafımız ile kirletilmiş, kabuk bağlamış, özüne aykırı düşmüş nefsani kilitlenmişliğimiz arasındaki uçurum hemen burnumuzun ucunda ve sesleniyor an be an ruhumuza, “Bir yanda hakikat, öte yanda kör nefsin! Gör kör nefsini! Gör!” diye… 

Farkında olmasak da, hallettiğimizi sandığımız, sağlamda olduğumuzu düşündüğümüz birçok durumda, nefis denilen ve her yerinden ego akan, “ben” akan o zehir tarafından çepeçevre kuşatılmış vaziyetteyiz! Karakterimiz, huyumuz, tabiatımız, dünya görüşümüz zannettiğimiz bir çok şey ve belki de tamamına yakını nefsin kirli ve tehlikeli oyunlarından ibaret! Öz sanıp üzerine abandığımız, yapıştığımız ne kadar şey varsa hepsi birer kabuktan, pislikten, hakikati örtmek adına nefsin icat ettiği kirli örtülerden ibaret! 

Kısacası insandır insanı katleden bugün. İnsandır insanı insanlıktan çıkaran; yeryüzü halifeliğinden, o görkemli tahttan bu kör kuyulara düşüren! Bizi biz katlettik, bize biz kıydık! Hepimiz! Her birimiz suçluyuz bu işte! Pay sahibiyiz! Onun için tiksinme vaktidir, “kendimiz” sandığımız o sanal kimliğimizden, nefsin üzerimize yapıştırdığı o kokuşmuş kabuktan, o bilgi diye satmaya çalıştığımız büyük cehaletten, sefaletten, ataletten… Zaman değişme, dönüşme, kendi mabedimize kapanıp taklalar atma vaktidir. Ağaç altında pişmiş armut beklemekle olmayacak bu iş! 

Selam ile, sevgiyle… 

 

Ayten Çalış Yağmur  

 

6 Mayıs 2008 / Ankara

 

 
Toplam blog
: 27
: 1562
Kayıt tarihi
: 19.01.07
 
 

İsmim Ayten Çalış. Tanıyanlar soyadımla müsemmâ olduğumu söylerler, bilmiyorum! Ama "Sen kendini ..