Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Mayıs '12

 
Kategori
Sinema
 

‘Yatak Odasında’ buz gibi bir evlat acısı

‘Yatak Odasında’ buz gibi bir evlat acısı
 

'Yatak Odasında' psikolojik atmosferiyle bir başyapıt


Geçen gece bir başyapıt kaçırmış olduğumu farkettim. Vizyona girdiği 2001 yılından yaklaşık 11 yıl sonra izlediğim film, evlat acısı gibi oturdu içime. Amerikalı yönetmen Todd Field’ın ‘In The Bedroom’ (Yatak Odasında) adındaki muhteşem filmi, içten ve yalın anlatımıyla günlerboyu rüyada gezinmeme yetti.

“Bir şey söyleyin tanrı aşkına. Bana karşı aşırı anlayışlı olmayı bırakın. Bütün gece kartlarıma baksam sesiniz çıkmayacak.”

Eski dostlarıyla poker oynayan Dr. Matt Fowler, hamle sırası kendisine geldiğinde uzun süre bekleyip oyunu geciktiriyor olmasına karşın, dostlarının eskisi gibi tepki vermeyişini yadırgayarak onlara böyle bağırıyordu.

Bir süre önce oğlunu öldürmüşlerdi Fowler’ın. Evlat acısı hiç geçmiyordu; dostlarının bundan ötürü ona ‘hoşgörülü’ davranmasını gururuna yediremiyordu. Önceleri, yani oğlu hayattayken, pokerde eli geciktirdiği zaman dostları onunla dalga geçer, hatta içlerinden birisi, hafızasındaki şiirlerden birini okuyuverirdi. Ortama neşe katan alaycı şiirler bitse de, Fowler’ın poker bekleyişi bitmezdi.

Dostlarının ölüm olayından sonraki tavırları ise Fowler’ı adeta iğrendiriyordu. Yapmacık tesellilere karşı nefreti büyüktü. Evlat acısını ona her gün yeniden hatırlatan bu davranışlar, oğlunu elinden alan kaderine karşı boynu bükük kalmayı reddeden gururunu incitiyordu.


POKER MASASINDA BİR ESKİ DOST ŞİİRİ
Poker masasındaki esaslı heriflerin birbirlerine yaptığı kaş-göz işaretlerinin ardından, Dr. Fowler için yapmacık tesellilere son verip hayatı normale döndüren şiir başlayıverdi:

“Söyleyemeyeceğim şeyler var, ölmeyecek hayaller var
Güçlü kalbi zayıf düşüren düşünceler var
Ve avurtların çökmesine neden olan
Ve gözleri nemlendiren
Ve o ölümcül şarkının sözleri
Soğuk bir şekilde üzerime geliyorlar
Bir çocuğun istenci, rüzgarın istencidir
Ve gençlik düşünceleri, uzun uzun düşüncelerdir.”


Gözyaşlarını içine akıttığını görmeden hissettiğimiz Dr. Fowler, ‘normal gibi’ görünen o poker akşamında “Tamam, alın iki dolar da benden” diyordu. Ardından kartlar yeniden karılmaya başladı.

MENOPOZ ÇİFTİN ÖLÜM SESSİZLİĞİ
Kocasından boşanmak üzere olan evli ve çocuklu bir kadınla (Natalie) çok sevdiği oğlu Frank’in yaşadığı ilişkiye ses çıkarmamış olan Dr. Fowler, Frank kıskançlık cinayetine kurban gittikten sonra da sessizdi. Zaten ‘evlat acısı’nın ne berbat bir şey olduğunu seyircinin damarlarına baştan sona enjekte eden de, bu kahrolası sessizlikti. Bir adım sonrasının belirsiz olduğu, her şeyin, ama her şeyin acılı baba Fowler’ın seçimlerine bağlandığı boşluk...

Frank’in katili, öfkeli koca Richard, mahkemede hem nefsi müdafaadan hem de delil yetersizliğinden, yüklü bir kefalet sonrası ‘tutuksuz yargılanmak üzere’ serbest bırakıldı. Dr. Fowler ve karısı için de dünyalık cehennem işte anda başladı. Oğlunun katilini ansızın sokakta, markette görmeye başlayan Fowler çifti için yazılı kurallar, hukuk, mahkemeler bir şey ifade etmiyordu artık. Tek çocuklarının ölümüne başka çocuk yapamayacak bir yaşta şahit olmuş acılı çiftin umutlarını yerlebir eden de adaletin yerini bulmamış olmasıydı.

Yegane gerçek; Frank şimdi ve gelecekte yoktu. Dünyada bir daha hiçbir zaman, geride bıraktığı tatlı hatıralar hariç, varolamayacaktı.

Matt Fawler ve karısı Ruth için hayat devam etmiyordu. Kahvaltıda öylece oturup sessizce tabaklara bakan, gece yatağa hissettirmeden girip uyumaya çalışan ve acıyı içlerine gömdükçe daha da yaşlanan bir çiftti şimdi onlar.

Çocuklardan oluşan kilise korosuna öğretmenlik yapan Ruth Fawler, kabuslar sonrası uyandığı gecelerde hep ölen oğlunu düşünüyordu.

“Natalie’ye oğlun vasıtasıyla sahip oluyordun. Frank senin fantezilerindeki bir kalça yüzünden öldü. İlişkilerine baştan beri göz yumdun!”

Uzun süren ölüm sessizliği sonrası ettikleri ilk kavgada kocasına böyle bağırıyordu Ruth Fawler. Oğlunun tercihlerine saygı duymuş olan Dr. Fawler’ın bu anlayışlı tavrı, karısı tarafından oldukça yanlış ve tehlikeli yönlere çekiliyordu artık. Adaletten ümidini kesmiş, depresyondaki anne Ruth, oğlunun katledilişine bir sorumlu arıyordu. Fakat ‘yasalar çerçevesinde’ herhangi bir çözüm yolu, onların yüreklerini soğutacak bir ışık görünmüyordu.

Ta ki, Paskalya Yortusu’nda Ruth’un çocuklara söylettiği Balkan ilahisi ‘Jeni Me Mamo’ eşliğinde sahnelenen buz gibi cinayete kadar...

‘EN GÜZEL ŞARKIYI BİR KURŞUN SÖYLER’
Uçuşan perdeler, sabaha karşı hafifçe esen bir rüzgar... Eve yeni girmiş, çamurlu elbiselerini çıkardıktan sonra yatağa uzanarak dakikalar boyu tavana bakan Dr. Matt Fowler’ın ölüm sessizliğidir artık bu.

Kocasına kahve yapmak için mutfağa inen Ruth’un sesi hem evin koridorunda hem de seyircinin beyninde yankılanır:

“Matt! Kahve ister misin?”

Dr. Fawler cevap vermez. Hep sessiz kalır. Yakın dostu William’ın çiftliğinde geçirdiği geceyi ölene dek unutmayacaktır. Fawler çifti için yeni bir hayat başlarken, yaşadıkları sakin sahil kasabasında gün yavaş yavaş ağarmaktadır.

Filmin yönetmeni Todd Field’a hayran kalmamak elde değil. Senaryonun uyarlandığı Andre Dubus’un ‘Killing’ adlı hikayesi bile, filmdeki psikolojik atmosferi eminim bu denli yansıtamazdı.

Bu harika hikayeyi herkes tanımalı, hem de hemen şimdi! Evet, evet...

 
Toplam blog
: 9
: 2344
Kayıt tarihi
: 08.10.11
 
 

O, Sıkıyönetim Kahramanmaraş'ında doğup 28 Şubat gölgesinde İstanbul'a geldi. Beyazid'da 'Gazetec..