Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Aralık '11

 
Kategori
Öykü
 

1- Dokun bana o kadar kolay ki

1- Dokun bana o kadar kolay ki
 

Dokun Bana O Kadar Kolay Ki, romanının ön ve arka kapağı..


"Dokun Bana O Kadar Kolay Ki" romanım ile ilgili Cinius yayınlarıyla sözleşmemi uzatmadım, sona erdirdim. Hazırlamakta olduğum açıklamamı daha sonra yayınlayacağım. Şimdi romanın giriş bölümünü arkadaşlara, dostlara; Milliyet Blog okurlarına sunuyorum. Bağımsız öyküleri de önümüzdeki günlerde sunacağım.


DOKUN BANA O KADAR KOLAY Kİ
“Moulin Rouge’dan Mona Lisa’ya”
Süreyya, acıların ötesindeki felaket gecesinden sonra, her gece aynı yere, elinde ya kırmızı karanfiller ya da kırmızı güllerle geliyor, onları “o yere” bırakıyor, uzun süre gözleri aynı noktaya kilitlenmiş gibi kalıyor ve daha sonra tarifi olanaksız büyük acısıyla birlikte dönüp gidiyordu.
Onu her gece pencereden izleyen; üzgün, kendini çaresiz hisseden, âşık, ikilem içinde çırpınan genç bir kadın vardı: Deniz! Yirmi üç yaşlarında, bir yetmiş beş boylarında; siyah saçlı, yeşil gözlü, sevimli yüzlü, güneş yanığı tenli; iri ve dik memeli; Jennifer Lopez’i kıskançlığa sürükleyecek denli hoş popolu ve düzgün bacaklı; kültürlü, okuyup yazıp düşünebilen, yaşamda fikri olan; gençliğin çılgınlığını hesapsız kitapsız yaşamakta sakınca görmeyen, güzeller güzeli genç bir kadındı.
Elinde çiçeklerle gelip gidişinin yedinci, haziran ayının onuncu günüydü: Güneş batmadan önce ofisinden çıktı, Tepebaşı’nda Pera Palas’a geldi. Bugünlerde güneşin batışının görünümü buradan muhteşem oluyordu. Güneşin batışını izleyip kızıllıklar ve eflatunlar arasında güneşi yolcu ederken ruhen dinlenmek istiyordu. İhtiyacı vardı buna! Cin tonik söyledi, güneşin batışını izledi, huzur bulmaya çalıştı; ama böyle bir sonuç alabilmek için daha çok erkendi. İki saat kadar burada kaldıktan sonra Tünel Meydanı’na çıktı, ılık güzel bir akşamdı; son altı günün akşamlarında olduğu gibi köşedeki çiçekçiye girdi; kırmızı güller aldı, oradan Asmalımescit’te Refik Restoran’a geçti. Burada iki - üç saat daha geçirdi, kalktı, “o sokağa” gitti. Elindeki kırmızı gülleri öptü, onları okşar gibi “o yere” koydu; gözlerinden yaşlar akıyordu, yüreği kan ağlıyordu. Düşüncelere daldı; artık o, bu dünyada değildi.
Deniz, Süreyya’dan farklı durumda değildi; hatta daha ağır koşullardaydı. Ruhsal çöküntüye uğramış ve kendini koyuvermişti. Süreyya’nın ısrarlarına rağmen evine gitmiyordu, doktor önerisini reddediyordu, yardım elini tutmak yerine itiyordu.
Bu gece gene aynı pencereden Süreyya’yı izliyordu: Büyük bir hışımla sokağa indi, önünde durdu; iki eliyle göğsüne vuruyor, sağ avucunun içinde bıçağını tutuyor ve çıldırmış gibi bağırıyordu:
- Yeter artık, yeter! Git, bir daha buralara gelme, gelme!
- Deniz lütfen benimle gel, benim evime gelmeyeceksen seni kendi evine götüreyim. İstersen bir süre ben de sende kalırım. İkimizin de ihtiyacı var; birbirimize destek oluruz, ne olursun gel, hayır deme!
Deniz, ağlayarak dizlerinin üstüne çöktü, hıçkırıklara boğuldu, bir taraftan da:
“Seni çok seviyorum; sen de biliyorsun; ama hayır, yapamam! Aylardır sevgimi içime gömmeye çalıştım; ama şimdi... Hayır, hayır! Temeli ‘yanlış’ olan sevgiyle mutlu bir yaşam olanaklı mı? Hayır, olanaksız! Baştan bu yana her şey yanlıştı,” diyordu.
O güzelim kadın perişan haldeydi, ayağa kalktı; yüzü kireç gibiydi, dudakları mosmordu, gözleri kan çanağına dönmüştü, çıldırmış gibiydi, bütün bedeni titriyordu; ‘şak’ diye bir ses işitildi, sustalı bıçağının parlayan yüzü göründü, sağ kolunu havaya kaldırdı ve şöyle söylüyordu:
“Neden hâlâ buraya geliyorsun? Her şey bitti; neden anlamıyorsun? Başka yolu yok; öldüreceğim seni! Seni kimseye yâr etmeyeceğim! Sen, önceden de benim değildin; ama saygın mazeretimiz vardı! Aşkımı yüreğime gömmekle mutluydum; fakat şimdi kimin için yürek sızısıyla karşıdan bakan kadın ben olacağım? Üstelik sen beni hiç sevmedin ki; suçlamıyorum, sen haklıydın, herkes haklıydı.”
- Deniz, konuşmamız gerekli, sana söylemem gereken çok önemli bir konu var; ama ne olursun ikimiz de biraz sakinleşip toparlanalım. Gel, seni eve götüreyim, konuşalım; yalvarıyorum itiraz etme. Hani beni çok seviyordun? Gel benimle!
- Hayır, hayır olmaz! Her şey bitti, bitti!
- Sakinleşmek zorundasın! Ben bu vaziyette seninle nasıl diyalog kuracağım? Sana iletmem gerekenler var. Dinle beni, gel benimle! Yalvarıyorum; daha ne istiyorsun?
- Seni kimseye bırakmayacağım, kimseye yâr etmeyeceğim!
- Ben hiçbir yere gitmiyorum. Benim acım bana yeter. Neden anlamak istemiyorsun?
Deniz bıçağını tekrar havaya kaldırdı… Süreyya yerinden hiç kıpırdamadı, önce kara toprağa ve sonra onun gözlerinin içine baktı:
- Ben yok olmuşum, olmamışım anlamsız; korkmuyorum, sadece üzgünüm, acılıyım! Haydi, tamamla işini; öldür beni, unutma, çok üzülen gene sen olacaksın dedi.
Deniz, bıçağını Süreyya’nın göğsüne doğru indirirken, birden, vals yapar gibi geri döndü; bıçağını tekrar havaya kaldırdı, ağlıyor ve şöyle söylüyordu:
“Senin ne günahın var Süreyya? Kimsenin günahı yok, yok!
Ah bir bilebilseydin: Seni öyle çok seviyorum ki, sana öylesine büyük aşkla bağlıyım ki, senin için çıldırıyorum; seni öldüremem!
Ne kara talihimiz varmış bizim; sen istesen de seninle birleşemem!
Hani senin o Tanrıların, Tanrıçaların; onların adaleti mi bu? Söylesene!Bu dünyada fazla olan tek kişi benim, ben!”
Deniz çıldırmış gibiydi, bıçağını hızla indirdi, karnına sapladı. Gökleri yırtan büyük bir çığlık attı; denizler Deniz için köpürdü, gökyüzü daha da karardı...
Süreyya iki kolunu havaya kaldırmış, bütün gücüyle haykırıyordu:
“Deniz ne yaptın, ne yaptın Deniz? Allahım, Allahım, yardım et Allahım!”
Karnından oluk gibi kan akıyordu... Kısa süre sonra düştüğü yer kan gölüne döndü. Süreyya onu kucağına aldı: Bir sağa, bir sola koşmaya başladı; şaşkındı ve sokaktan geçenlere, “ambulans çağırın,” diye bağırdı; koşup telefon edenler oldu, sonunda dizlerinin üstüne çöktü, Deniz’in gözleri açıktı ve henüz yaşıyordu.
- Neden yaptın Deniz? Neden? Bu ne biçim sevgi? Özgürlük ve mutluluk yaşamakta; ölüm karanlık; karanlıkta çare yok!
Deniz kendini Süreyya’nın kucağında hissedince mutluluktan gözlerinin içi güldü. Denizlerin dibinden geliyormuş gibi duyulan bir sesle:
- Seni çok sevdiğimi biliyorsun; belki sen de beni seviyorsun! Ama biz nasıl mutlu olabilirdik ki? Düşünsene! Olur muydu? Hayır, olamazdı! Dedi.
- Deniz tamam, şimdi sus, konuşma; kurtulacaksın, konuşmak için çok fırsatımız olacak. Gayret et, hayatta kal, ambulans şimdi gelir. Beni yapayalnız bırakma!
- Süreyya affet beni, seni çok sevdim; sana delicesine âşığım! Affet beni, affet!
Deniz, “Affet beni,” dediği an son nefesini verdi. Gözlerini ebediyen yumdu; uçtu gitti... Okyanuslara doğru! Dünyadaki tüm deniz araçları Deniz için düdüklerini sürekli çaldılar. Yeryüzüne, gökyüzüne acı haberi ilettiler; haberi alan yosunlar, mercanlar, balıklar Deniz’e eşlik ettiler. Hepsi üzgündü; ama onu alıp götürdüler! Deniz ve denizler gökyüzünün yedinci katında birleştiler. Deniz, orada kaldı; denizler yağmur olup yeryüzüne döndüler.
Süreyya ağlıyor; ağlamaktan öte kriz geçiriyordu. Gözlerinden seller gibi yaşlar akıyordu. Başını gökyüzüne çevirmiş bağırıyordu:
“Neden Allahım, neden?”
Aklından şunlar geçiyordu:
“Bu dünyadaki rollerimiz dağıtılırken adalet var mı? Ya peki, insancıklar ne yapsın?
Bu dünya yokluk aynası ise, her şey zihnimizde ise, bu beden neden yaratıldı?
Deniz, şimdi nerede? Mutluluk ülkesinde mi? Yoklukta mutluluk; öyle mi?
İnsanları neden yarattın Tanrım?
Tanrım vaat ettiğin cenneti bu dünyada yaşasaydık olmaz mıydı; yoksa biz mi onu göremiyoruz? Verdiğin cennetin farkında mı değiliz?
Yok, işte yok! Kara toprak karanlık; arzu yok, deniz yok, ışık yok; hiçbir şey yok!”

........... Gerisi kitapta: 0 212 2712071 - 0212 2939861


 

 
Toplam blog
: 34
: 326
Kayıt tarihi
: 30.04.09
 
 

Bir kamu kurumu yönetim kademesinden emekliyim. Yazı dünyam gençliğimden bu yana sürer, bu kapsam..