Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Şubat '09

 
Kategori
Blog
 

Neden miml(en)iyoruz?

Neden miml(en)iyoruz?
 

Görsel kaynak: rottentons.com


Normal şartlarda benim şöyle bir başlık atmam gerekiyordu:

“Yeter artık! Hayatım mimlenerek geçti! Burada da mı buldunuz beni?”

Ama böyle söylemeyeceğim.

Söylemeyeceğim; çünkü artık o kadar kanıksadım ki mimlenmeyi, değil üzülmek, hoşuma bile gidiyor.

Önceleri mimlenmek çok ağırıma giderdi, çok kızardım. Ama henüz minicik bir çocuktum.

İlk mimleyen Hacı’ nın dedesi olmuştu.
Torununun kafasını yardığım için bana hep kötü kötü bakardı. Eh be dede! Bir sor bakalım ne diye yardık? Keyfimizden yarmadık herhalde. Torunun çetesini toplamış bizim vişnelere dalıyordu, kavgaya tutuştuk, eğer kafasını yarmasaydım Nesrini ve beni döveceklerdi.

Dede beni mimlemişti ama ben de onu mimlemiştim.
Onu görünce sapanımın namlusuna en düzgün çakıl taşını sürüyordum. Korkmuştu dede, bana tek kelime etmedi. Ama bir gün kel kafasına tel sapanıyla minik bir tel yemekten kurtulamadı. O arı soktu zannediyordu. Oysa ki tepesindeki şişliğin nedeni mimlenmesiydi.

Daha sonraları Bekir amca mimledi beni.
Mahallede kırılan camlardan beni sorumlu tutuyordu. Vallahi kırmıyordum. Sadece bir kere kazayla olmuştu.
Ama bu mimlemenin cezasını gördü. Bir gün kıraathanenin bahçesindeki ağabeylere kocaman parmağını sallaya sallaya fırça atarken arkasından sessizce yaklaşıp havlayarak bacaklarına sarılmıştım. Kocaman adamın ödü patlamıştı. Karizması bir anda bitmişti. Beni öyle bir kovaladı ki, boyumdan büyük bahçe duvarlarını bir sıçrayışta aşıp kaçmıştım…

Bir de Şevket amca mimlemişti beni.
Bir keresinde mahalle kahvesinden kovmuştu beni. Oysa kıraathane benim gazoz kapağı topladığım ve ağabeylere çay kaşığından yaptığım yüzükleri sattığım ekmek kapımdı. Çok ağırıma gitmişti. Ben de onu mimlemiştim.

Bir gün misafirleriyle balkonda otururken nereden geldiği belli olmayan bir taş kabak kafasında patlamıştı. Ertesi günü sargılı kafasına bakıp çok gülmüştüm. Ne yapalım? O da parmak kadar çocuğu mimlemeseydi…

Sonraları bütün mahalle mimledi beni…
Mahallenin kendi halinde küçücük bir çocuğuyken geceleri “dalınan ağaçlardan” hep beni sorumlu tuttular. Oysa ben dalmıyordum ki. Sadece gündüzden dalınacak ağaçları seçiyordum, akşamları da arkadaşlarım dalarken gözcülük yapıyordum. Ben dalmadığım halde (mimlenmiştim ya) hep beni sorumlu tuttular. Ama bir süre sonra bahçe sahipleri ile asgari müşterekte buluşmuştuk. Gece dalmayalım diye gündüz ağaca çıkıp meyve toplamamıza izin veriyorlardı. Hoş, biz gene de dalıyorduk. Çünkü ben de onları mimlemiştim.

İnanmayacaksınız ama bir de küçük ablam mimlemişti beni…
Kömürlükte çok güzel imalatlar yapıyordum. Mesela çay kaşığından yüzük, inşaat çivisinden çakı, tel sapanlar, tornetler…

Bir gün hayatımın en güzel buluşunu yapmıştım; elektrikli su ısıtıcısı. Evet, vallahi yapmıştım. Malzemeleri bulmak biraz zor olmuştu ama sonunda bulmuştum. Örneğin bakır levha sorunumu evdeki tencereyi keserek yaptığım için ablam kaybolan ev gereçlerinin hepsinden beni sorumlu tutmuştu. Mimlenmiştim.

Isıtıcıyı yaptığımda çalıştığından emin olmak için denemek istedim. Plastik kovaya koyduğum suyun içine ısıtıcıyı daldırdım. Bir süre sonra, su ısınmış mı diye parmağımı sokunca elektrik çarpmıştı beni. Çok hoş bir duyguydu. İnsanın her yeri sallanıyordu. Bunu bir de başkası denemeliydi.

Isıtıcımın tanıtımı için ailemi ve tüm komşuları topladım. Kimse inanmıyordu, çocuk hatırım kırılmasın diye toplanmışlardı. Cihazımı su dolu kovaya salladım, su ısınmaya başlayınca ablama “bak bakalım ısınmış mı?” dedim. Parmağını soktuğunda attığı çığlık hala kulaklarımdadır. Var mıydı parmak kadar çocuğu mimlememek? Oh olsun!

Sonra öğretmenler mimledi…
Ortaokula başladığımda Türkçe, Fen Bilgisi ve Resim Öğretmenlerimden her ödev kontrolü sonrasında bir şaplak yedim. Çünkü mimliydim. Beni ta ilkokul yaşlarımdan tanıyorlardı. Boş zamanlarımda ortaokulun bahçesinde oynardım, oynarken de biraz haylazlık yapardım. Mesela açık pencereden içeri kurbağa ya da kuş atardım.

Aynı okulun öğrencisi olduğumda potansiyel mimliydim.
Öğretmenler beni çok iyi tanıyorlardı. Ablalarımı ne kadar seviyorlarsa bana da o kadar aksi davranıyorlardı. Fen bilgisi ödevlerimi özene bezen yapıp götürdüğümde Sevil öğretmen cetvelle avuçlarıma vururdu. “Ödevini ablalarına yaptırmışsın…” dedi. Resim öğretmeni “resmi küçük ablana yaptırmışsın” der döverdi, Türkçe öğretmeni “kompozisyonu büyük ablana yazdırmışsın” der döverdi.

Hiç kafası çalışmıyordu bu öğretmenlerin. İlkokuldayken, ortaokuldaki kardeşlerimin ödevlerini hep ben yapardım. Bu gerçeği ablalarıma kızmasınlar diye söyleyemezdim. Mimliydim ya, durmadan sopa yerdim.

Bir gün yemekhanede öğretmenler masasındaki tüm tuzluk ve biberliklerin kapaklarını gevşettim. O gün yemek yiyemediler. Neden mi? Ne bileyim? Tuz dokunuyordu herhalde…

Müdür Cafer Bey de mimlemişti beni.
Sınıftaki tüm “hergeleliklerden” beni sorumlu tutardı. Bir gün bizim “artis Erol’ un” saçını keserken kulak memesini de kesmişti. Ben de sadece tek nüsha bastığım ve öğretmenlerin okumasının yasak olduğu “Talebenin Avazı” isimli gazetede bu olayı matrak bir şekilde yazmış, üstüne üstlük bir de Cafer bey’ in “kelle avcısı” olarak karikatürünü çizmiştim.

Gazete elden ele gezerken bir öğretmenin eline geçmiş. Tabi ki “Talebenin Avazı” gazetesi bir anda en çok aranan gazete olmuştu, ama yanlış yerde olmuştu: Disiplin kurulunda…

Mim sicilime işlenmişti artık. Kınama cezası almıştım.
Bir dahaki sayıda başlık şöyleydi: Haluk Seki Disiplin sosyetesine büyük sükse yaptı…

Disiplin kurulundaki öğretmenleri alaya alan bir yazıydı. Tabi hepsinin karikatürleri de vardı.
Şükran hanımı derste makyaj yaparken, Sevil hanımı örgü örerken, Ziya beyi de kazanda beni haşlayan yamyam olarak çizmiştim. Konulan lakapları tahmin edersiniz. Süslü Şükran, haroşa Sevil ve yamyam Ziya…

Geldi 70’lerin sonu. Bu kez bozkurtlar mimlediler beni…
Okulda haraç topluyorlardı. Vermedim. O parayı ne emeklerle kazanıyordum ben, kimseye kaptırmaya niyetim yoktu. Vermeyince mimlendim. Mimlenince tacizlere uğramaya başladım.

Bir gün mimleyen “sarıyı” okulun arka bahçesinde kimseye çaktırmadan işerken gördüm. Tek başınaydı ve savunmasızdı. O günden sonra bir daha yanıma yaklaşamadı ama üçüncü sınıfta son bir ay okula onun mimi yüzünde girememiştim. Bir gün Kızılay’ da rastlaştık. Bahçede gördüğü muamelenin fazlasını hak etmemiş miydi sizce? Ama bu kez pantolonunu ağaca asmadık. Çevreye ayıp olurdu. Tesadüf ya, askerde de aynı bölükteydik. Nedense çok uslanmıştı.

Öğretmenler gene mimlemişlerdi…
Grafik çizerek iyi para kazanıyordum, ama yetmiyordu. Gırgır dergisinde ve o yılların yüksek tirajlı gazetesi olan Günaydın gazetesinin genç kalemler köşesinde yazılarım ve karikatürlerim çıkmaya başlamıştı. Öğretmenler her yazı ya da karikatürden sonra beni çağırırlar fırça atarlardı. İlla ki öğretmenlerin sorunlarını anlatmamı isterlerdi.

Günaydın’daki iki kareli bir karikatürümde, birinci karede Anıtkabiri perspektif olarak çizmiş ve bir konuşma balonu koymuştum. Konuşma balonunda “herkes izinde atam” yazıyordu. İkinci karede ise mozolenin önünde bir işçi ve bir köylü “sadece biz çalışıyoruz” diyordu.

Öğretmenler çok kızmıştı. “Biz çalışmıyor muyuz?” diyerek hesap sordular… Mimlemişlerdi beni, dergiyi ve gazeteyi takip edip kendilerinden söz edip etmediğimi kontrol ediyorlardı. Asla böyle bir şey yapmadım. İnadına…

Bir polis eksikti…
Bir gün Günaydın’daki, “Yarınımız ve Gençliğimiz” başlıklı yazımda “biz gençlere baskı yapmak yerine güvenin, biz Atatürk Devrimlerini devam ettiren genç Atatürkleriz” demiştim. Atatürk’ten söz etmeme karşın komünizmi övdüğümü söyleyerek şikâyet etmişlerdi. Polis yazıyı okumamıştı ama peşimde gezip duruyorlardı.

Altı ay sonra aynı bölgedeki öğretmen okuluna girdiğimde “tescilli mimliydim”.
Bir gün bu tescilim nedeniyle bir grup sivil polis (belki de değillerdi) beni sivil bir araca bindirmeye çalışırlarken biraz uzağımızdaki Gazi Eğitimlilerin de beni tanıyacaklarını ve koruyacaklarını düşünmemişlerdi…

Bir tanesini tanıyordum ve arkamda binlerce kişiyle birlikte Müdürlerinin yanına gidip durumu anlattım. Müdür köpürdü, benden eşkâl istedi. Bir tanesinin burnu ve kaşı hâlâ kanıyordur, revire bakarsanız bulursunuz dedim...

Mim hayatımdan hiç eksik olmadı…
Mimlenmek benim için o kadar doğaldı ki. Mimleyenlere hiç kızmadım, tam tersine acıdım. Çünkü her mim koyuştan sonra başlarına bir iş geldi. İlahi adalet işte…

Sahi; bu kez beni kim mimlemişti? Nilgün Akad değil mi? Hımmm…

Yıllar bu mimlerin içinde geçip giderken…

Ha, özür dilerim konu dağıldı. Ne sorulmuştu bana? Neden blog yazıyorsun? Demiştiniz, değil mi?

Ah bu gevezeliğim yok mu? Ben soruya yanıt vermek yerine “mimlenmek üzerine hatıratlar” yazdım…

Aslında doğrusunu yaptım sanırım, işte bu nedenlerle yazıyorum.

Hayat beni mimliyor, onu yazıyorum.

Ben hayatı mimliyorum, onu yazıyorum.

Neden illa ki yazıyorsun? Çevrende seni dinleyen kişi mi yok? diyen olabilir. Var efendim, fazlasıyla var. Ama neden daha fazla kişiyle konuşmayayım ki?

Bir bakıma düşüncelerimi klonlamaya çalışıyorum. Sizlerin klonlanmış düşüncelerinin de hazır müşterisi oluyorum. Yazmak ve anlatmak, okumayı-yazmayı öğrendiğimden bu yana tutkudur bende. Nedenini bilmiyorum…

Neden belki şu olabilir; yaşadığım her olayı, içinden alınabilecek “dersiyle birlikte” çevremle paylaşırım. Kimisi paylaşım konusunda farklı düşünebilir, ama ben ısrarla paylaşıyor ve diğer paylaşanlardan da hisseme düşenleri topluyor, daha da başkalarıyla paylaşmak üzere bilgi bankama yatırıyorum.

Paylaşılan her görüş farklı bir bakış açısı sunar. Farklı pencerelerden bakmayı çok severim. Bu yüzden blogtayım; okuyorum ve yazıyorum…

Şimdi mimlemek sırası bende değil mi? Şöyle keyifle mimleyeyim…

1. mimli: Tülin Aksoy

2. mimli: Fugen

3. mimli: Alptekin Yıldız

Haydi, mimli dostlar şimdi sıra sizde. Neden yazıyorsunuz? Anlatın.
Anlatın, anlatın ama habersiz mimlediğim için beni de hoşgörün. Ne yapalım, bu bir oyun...

 
Toplam blog
: 90
: 2099
Kayıt tarihi
: 27.05.07
 
 

Yaşayacağım yıllar yaşadıklarımdan daha az... Öyleyse "adam gibi yaşamalı" diye düşünüyorum. Kola..