Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Ağustos '07

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Prof.Erol Mutlu ve Ulus Baker'in ardından uzak bir zihinde kalan izler

Prof.Erol Mutlu ve Ulus Baker'in ardından uzak bir zihinde kalan izler
 

... Ya da bir şeyin öyküsü o şey henüz canlıyken anlatılmalı, yoksa çok geç olur... -Ulus Baker*

Bu bir veda yazısı değil. Artık bedenen aramızda olmayan iki bilge insanın, müşfik iki öğretmenin, iki rehberin geride bıraktıklarıyla yetinmek durumunda olanlara yazılmış bir hatırlatma yazısı. Her ikisinin de öğrencisi olma şansına sahip olduğum için kıvançlıyım. Onlardan öğrenebildiğim kadar, gücümün ve aklımın yettiğince aldıysam birşeyler, ne mutlu bana.

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nin hem çok değerli hem de çok sevilen hocası Prof. Erol Mutlu 8 Mart 2005'te, -eğer aramızda olsaydı belki de yapacağı şu espriyle " 8 Mart Kadınlar Günü'nden başka ölecek gün bulamadım" dercesine - bu dünyadan ayrıldı, daha doğrusu ayrılmış. Ne yazık ki çok sonra haberim olabildi. Erol Hoca neler yapıyor diye sorduğum bir arkadaşımdan "onu kaybettik" cümlesini duyduğumda bu cümlenin kulağımda bıraktığı izin tüm gerçekliğine rağmen, bu durumun gerçekliğini zihnim bir türlü kabullenmedi kısa bir süre. Nasıl olurdu? O hep yaşamalıymış, hep okulun koridorlarında sakin sakin yürümeliymiş gibi geliyordu oysa.

Onunla ilk tanıştığım gün, 1994 yılında kazandığım İletişim Fakültesi Radyo-Tv Anabilim Dalı yüksek lisans sınavı ertesindeki mülakattı. O gün karşımda daha sonra da tez jürim olacak aynı üç kişi vardı. Prof. Nilgün Abısel, Prof. Bülent Çaplı ve Prof. Erol Mutlu. Daha önce bilmediğim yepyeni bir alana dalma heveslisi olarak hem gergin hem de umutluydum. O gün her birinin bana yaklaşımı o kadar dost canlısı ve sevecendi ki bi süre sonra mülakatta olduğumu unuttum. Sanki yıllardır onlar benim de hocamdı. Bülent Hoca, Nilgün Hoca ve Erol hoca sonraki bitmek bilmeyen mastır yıllarımda yol göstericiliklerine ihtiyacım olduğunda bulabileceğim kadar yakın ve yepyeni ufuklar açacak kadar donanımlıydılar. Onlara çok şeyler borçluyum.

Erol Hoca'nın odasına ilk gittiğimdeyse güneşli bir Kasım günüydü. Odasının kapısını araladığımda gördüğüm arkasındaki pencereden içeri dolan ışık, Ankara'nın yaklaşmakta olan kış günlerinin alıştırmasını yaptığı soğuk havayla artık yarışa girmeyen bir güneşin marifetiydi . Bu parlak ışık, pencerenin önündeki koltuğunda oturan Erol Hoca'nın yüzünü görünmez yapıyor, iri yarı cüssesini daha da belirginleştiriyordu. Belleğimde film karesi gibi duran bu görüntüyle beraber sakin ve yumuşak bir ses tonuyla beni içeri davet edişini, sonra odasındaki ve masasının üzerindeki kitapları, benim heyecanla ona ilgilendiğim ve sormak istediğim bazı konulardan bahsedişimi, bu arada içeriye dolan sigara dumanından göz gözü görmez olunca pencereyi açışını, ve bir yandan da gülerek espriler yapışını bugün gibi anımsıyorum. O gün doğru yerde doğru insanla olduğumu anlamıştım bir kez daha. Ama daha çok yol katetmek gerektiğini de. Çünkü bahsettiği şeylerin bir kısmını hem bilmiyordum hem de bunları anlamıyordum bile.

Fakat bir ortak nokta, bizi birbirimize yakın kılan, belki de yüksek lisans programına her nasılsa kabul edilmiş olan bir odtülü olarak umut vaadedebilir olduğumu düşünmesine neden olacak ortak bir nokta bulmuştuk sohbet arasında. Odtünün son döneminde Sosyoloji bölümünde açılan "Söylem Analizi" seçmeli dersini Ulus Baker den almış olduğumu söylediğimde "öyle mi? çok iyi, o zaman konulara yabancı değilsin" demişti Erol Hoca. Bu o zaman bana sadece bir ayrıntı gibi gelmişti. Ama aslında hayatımdaki çok önemli bir keşişme noktasında Ulus Hoca'dan aldığım "söylem analizi" dersinde önüme açılan pencereden gördüklerim üzerine İletişim Fakültesine doğru giden patikaya sapmıştım. bu yüzden bu bir ayrıntı değil, aslında nereye gideceğini bilemeyen birine gösterilmiş koskoca bir yol haritası tabelasıydı.

İleriki yıllarda kesintilerle de olsa sürdürdüğüm yüksek lisans programının sonunda 1997'de tez aşamasına geldiğimde her zamanki gibi Erol hoca'ya koşturup ilgilendiğim konudan bahsedince sonradan tez danışmanım olacak olan Doç. Ayşe İnal'la çalışabileceğimi de yine o söylemişti bana. İlgilendiğim konu "Haber Üretimi ve Haber analizi"ydi. Ve gerçekten de bu konunun hem uzmanı olan doğru kişiyle ve hem de yine bir Odtülü olan Ayşe İnal hocamın çok doğru yönlendirmeleriyle hem zevkli hem de zor konunun üstesinden gelebildim sanıyorum.

Erol Hoca'nın oldukça geniş ilgi alanları, çok geniş ve eleştirel bir bakış açısı vardı. Eleştirilerini hiç kimseden sakınmaz ve insanın yüzüne hiç beklemediği bir anda bunu söyleyiverirdi. Bazen kızdığı da olurdu ama bu bir öfkeden ziyade "söylenen ya da ileri sürülen bir savın alelade ya da basmakalıp söylenmiş olmasından ya da üzerine yeterince düşünülmemiş olmasından kaynaklanan bir tepkiydi aslında. Çünkü her gerçek aydın gibi o da kulaktan dolma, üzerinde araştırılmamış, kafa patlatılmamış lafların "düşünce" diye öne sürülmesini, yıllarını iğneyle kuyu kazar gibi ilmek ilmek bilime ve sistemli analitik düşünceye vermiş birine neredeyse hakaret addediyor olmalıydı. Bu yüzden, benim de onun öğrencisi olduğum ilk yıllarda düştüğüm bir yanlışı odasında yaptığımız bir konuşmada bana aslında çok şaşırdığım bir şekilde sertçe hatırlatmış ve "seçkinci " bir yaklaşıma düştüğüm konusunda beni uyarmıştı. Ama çok haklı olduğu o günkü konuşmamız, ne zaman insanların ortalama beğenileri, değer yargıları, ya da halkın popüler değerleriyle ilgili bir konu olsa kulağımda çınlayıp durur.

Tez jürimde bir zamanlar bu okula alınmamı sağlayan 3 insan- Prof. Nilgün Abısel, Prof. Bülent Çaplı, danışmanım Doç. Ayşe İnal vardı ve Erol Hoca tam karşımda oturuyordu. Eğer batarsam Erol Hoca'nın karşısında, yazdığım sayfalarca metni doğru düzgün savunamamaktan batabilirdim. Erol hoca tam da kendisinden beklediğim gibi, ayrıntılarla değil tezin temel düşüncesine ve mantığına ne kadar hakim olduğumu anlamak üzere sorguladı beni. Yaptığı her şey doğruydu. her şey gerçek bir bilim insanının yapabileceğinin en iyisiydi. Bende uyandırdığı tüm saygı ve sevgi bunun içindir. O gün tezim reddedilseydi bile benim için doğru olanı yapmış olduklarını düşüneceğim kadar doğru insanlardı karşımdakiler.

Dün akşam neden bilmem ama birdenbire acaba Ulus Baker neler yapıyordur diye google'ın boşluğuna adını yazıp da onu geçtiğimiz ay 12 Temmuz'da kaybetmiş olduğumuzu öğrendiğimde, zihnimde on yıl öncesinin tüm ayrıntıları canlandı. Ulus hoca tüm bir dönem boyunca kutsal kitap metinlerinin söylemleri üzerine verdiği o harikulade derslerle beni sadece büyüleyici bir alana çekmemiş aynı zamanda kendi bölümüm olan psikoloji alanında hissettiğim o ağır "doğal bilimler" yaklaşımından sonra nefes almamı sağlayacak bir pencere açmıştı. Bu pencereden bakıldığında tüm bir psikoloji biliminin bazen makinelerle ölçebileceğine emin olduğu zihnin, bilincin ve bilinçaltının ürünü olan düşüncenin ve söylemin bilgisine ait bilimler görünüyordu. Öylesine zengin ve öylesine bitimsizdi ki.

Ulus hocanın verdiği söylem analizi ödevi olarak o zamanlar yeni okumuş ve çok etkilenmiş olduğum Orhan Pamuk'un ayna metaforlu "Beyaz Kale"sini çözümlemeye çalışmıştım. Dış görünüş olarak Sartre'a benzediğini düşündüğüm Ulus Hoca'nın daha sonra çeşitli yerlerde okuduğum yazılarında Spinoza'yla ve sonradan da sinemayla yakından ilgilendiğini öğrenmiştim. Kendime yol gösterici olarak alabileceğim felsefe, dilbilim, psikoloji, sosyoloji ve sanat konusundaki çalışma ve yazılarına konuyla ilgilenen herkesçe gereken önemin verilmesini diliyorum.

Ulus Hoca'ya onun sayesinde iletişim, dilbilim ve göstergebilime merak sardığımı hiç bir zaman söyleme fırsatım olamadı. Ulus hocadan aldığım dersle iletişim fakültesine geldiğimi bilen tek kişi olan profesör Erol Mutlu hocam da artık aramızda değil. Tüm bunları yazmak belki onlara olan ödenememiş vefa borcumun yerine geçebilseydi keşke. Bu yazı arkalarından yazılmış minnet dolu bir metinden öte, paylaşılmış güzel anların ve insan olmanın değerini düşündürmeyi amaçlayan, bilimsel düşüncenin ve bilgiye adanmış hayatların büyük insanlığın hafızasından hiç silinmemesi için yapılmış küçük bir çabadan öte bir şey de değil zaten.

Bu iki insanın anısı karşısında saygı ve minnetle eğiliyorum.



*alıntı:Ulus Baker yazıları, "Herşeyin Yazısı" http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,164,0,0,1,0


resim: Güngör Taner "Millenium", 1999, Tuv. Üz. Yğb., 180 x 180 cm.

http://www.minesanat.com/CAGDAS13/TANER.htm

 
Toplam blog
: 121
: 2834
Kayıt tarihi
: 09.07.06
 
 

Başkentte doğmuşum ve orada gidilecek tüm okullara gitmişim: ODTÜ-Psikoloji ve Ankara Üni. İletiş..