Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Mayıs '15

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Doğanın rengini alın geriye ne kalır ki?

Doğanın rengini alın geriye ne kalır ki?
 

Yorgunluğumuzu, Gülhane Parkı'nın Boğaza hakim bu çay bahçesinde masamıza gelen "iki kişilk demlik"ten servisimizi kendimiz yaptığımız demlikten içtiğimiz çaylarla giderdik.


Bu sözün aslı, bildiğiniz gibi böyle değil...Ama o söz, bana göre çok kapsamlı...Ben bu kapsamı biraz daha daraltıp, "hayatın " yalnızca "doğa"  kısmını ele aldım.

x        x         x

Mayıs ayı, İstanbul için, doğanın canlandığı ve bir kat daha renklendiği bir aydır.

Yazın koyusu, güneşin kızgınlığı daha fazla artmadan, İstanbul'un, doğanın ve yerel yönetimin ortaklaşa yarattığı bu güzelliği ve renk cümbüşünü kaçırmamak için eşimle küçük bir tur yapmak istedik; doğduğumuz ve yaşadığımız bu güzel şehirde...

İstanbul, bizim için, Lale Devri şairi Nedim'in, "bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır" dediği gibi bir şehirdir... "Cennet'in, bu güzel şehrin altında mı, üstünde mi olduğunu bilmediğini" söyleyen Nedim gibi, biz de bu, iki "bahr" arasında yer alan ve "yedi nazlı tepeye serpilmiş bu şehri, "hiç kimsenin gidip görmediği ve kimsenin de haberini getirmediği" bir yer ile kıyaslamak istemiyoruz...

İstanbul, bizim için müstesna bir varlıktır; en nadide bir mücevherdir. Kainata "göz kırparak eğlenir"  bu güzel şehir. Bizi de eğlencesine ortak eder...Çünkü, İstanbul, her gönülde bir arzudur...Mıknatıs gibi çeker insanı kendine...

......................

Öğleden sonra Çapa'dan tramvaya bindik...Kısa bir süre sonra Sultanahmet durağında indik...Duraktan iner inmez burnumuza ilk gelen yoğun bir çiçek kokusu idi...Hemen durağın arkasında giriş yaptık rengarenk çiçeklerin arasında bulduk kendimizi...Sarı, kırmızı, beyaz, pembe... Hangilerine bakacağımızı şaşırdık...Sağ baktığımızda  başka, solumuza baktığımız başka...

Hemen burasının, 15-20 öncesini hatırladık eşimle birlikte...Şimdi çiçeklerin arasında yürüdüğümüz bu yerlerin, toz-toprak ya da kuru bir betonla kaplı olduğunu...Çiçekleri arasından yürüyerek ve birkaç merdiven de inerek, Bizans döneminde "Hipodrom", Osmanlı zamanında  "at meydanı" adı verilen düzlüğe indik...

Düzlük dediğime bakmayın; o 15-20 yıl önceydi...O zamanlar, bu düzlükte üç adet tarihi yapı vardı...Bunlardan ikisi, Kanuni Sultan Süleyman'ın veziri İbrahim Paşa Sarayının karşısında yer alan Örme Dikilitaş ve Mısır'dan, Obelisk ve Delfi'deki  Apollon tapınağından getirilen Yılanlı Sütun; düzlüğün orta yerinde de, Kayzer  Willhelm'in ziyareti hatırası olarak yapılan Alman Çeşmesi idi...

Şimdi, bu üç tarihi yapı hala var; var ama, her üç de, rengarenk çiçeklerin arasında kalmış... Aralarından geçerek, Sultanahmet Camii'ne geçtik, Camiin bahçesi, kendi insanımızdan çok dünyanın her yönünden gelmiş yabancı ziyaretçiler ile doluydu...Hemen hemen hepsinin elinde cep telefonu, küçüklü büyüklü kameralarla, camiinin --kendi insanımızın bile şimdiye kadar fark edemediği-- ilginç buldukları yerlerini çekiyorlardı.

Ararlarından zor geçtik...Kendimizi, sanki yabancı bir ülkedeymiş gibi hissederek, caminin Ayasofya'ya bakan kapısından çıktık...Küçük bir alandan geçerek, Sultanahmet Parkı'na girdik...Yine 15-20 yıl önce, kuru bir havuz ve etrafında sıralanmış birkaç  tahta kanepelerden oluşan park, bizi çeşitli renkteki çiçekler ile karşıladı...

Parkın içinde oturacak yer bulamadığımız için, Ayasofya'ya --kilise, cami, müze...--  yakın bir ağacın etrafını çevrelemiş tahta kanepede oturacak bir yer bulduk ve Ayasofya'ya girip çıkanları izledik...

Girip çıkanları izlerken, bu yapının manevi değeri hakkında yapılan "siyasi ve sosyal" çatışmaları hatırladım. Hele hele, çalıştığım kurumda yıllar önce bu konuda hazırladığım bir rapor aklıma gelince, gülümsedim...Hazırladığım o rapor, o günler için güzeldi, beğenilmişti...Ama o raporu, birileri  şimdi karşıma getirse, yırtıp atarım...Hangi devlet zamanında ve hangi millet tarafından yapılırsa yapılsın, bana göre, uluslararası değerdeki yapılar, "bizim, sizin, onların" değildir...Hepimizindir.

Biraz dinlendikten sonra kalktık...Gülhane Parkı'na doğru yürümeye başladık...Sol tarafımızdaki Yerebatan Sarnıcı'nı gezmek ve oranın sihirli --ve bu yaz sıcağında serin-- havasını teneffüs  etmek için sabırsızlıkla kuyrukta bekleyen turistleri izledikten sonra, aşağıya doğru yürümeye başladık...Doğma-büyüme bir İstanbullu olarak, "Bazilika" adı ile Bizans İmparatoru I. Justinianüs(527-565) tarafından yapılan ve bugün yabancıların hayranlıkla gezdiği bu tarihi sarnıcı bir iki kez gezdim.  Şu anki görüntüsü, eski hali ile kıyaslanamayacak güzelliktedir. Görmeyenlerin gezmesini öneririm.

Yolun özellikle sağ tarafında, yabancıların çokça hoşuna giden, başta halı olmak üzere tarih kokan hediyelik eşyalar satan dükkanlar vardı...Yolun bu tarafındaki bir dükkan, oklavaları ile hamur açan ve dükkanın camekanından izlenen köylü hanımlarımızın --ben öyle kabul ettim-- görüntüsü  ile, turistlerin fazlasıyla tercih ettikleri yerlerin başında geliyordu. Önünden geçerken, bu dükkanın tamamen dolu olduğunu gördük...

Topkapı Sarayı'nın dış bahçesi olan ve Osmanlı döneminde, içinde "koru" ve "gül bahçeleri" barındıran; Osmanlı'da ilk batılılaşma adımının atıldığı ve bunun bir belgesi olan "Tanzimat Fermanı'nın -- diğer adıyla, burada okunduğu için "Gülhane Hatt-ı Ümayunu"nun-- okunduğu Gülhane Parkı'na geldiğimizde, soluduğumuz hava birden değişti...

Parkın kapısından girer girmez, aynen Sultanahmet Meydanı'na girdiğimiz gibi, rengarenk çiçeklerin çıkardığı sentez bir koku geldi burnumuza...Her iki yanı boyunca sıralanan koca koca ağaçlarını dallarının bir şemsiye gibi kapattığı yoldan yürümeye başladık...Yolun sağ ve solundaki çimlerde oturup piknik yapan aileler dikkati çekiyor ve  etraflarında koşuşturan küçük çocuklarının sesleri, ağaçlardaki kuşların cıvıltısı ile birbirine karışıyordu. Yol boyunca sıralanan ağaçların altındaki tahta kanepelerden oturanlar hem yorgunluklarını atıyor, hem de önlerinden geçen farklı kıyafetlerdeki yabancıları izliyorlardı.

Yürümeye devam ettik...Etrafımızdaki, çokluğunu farklı renklerdeki lalelerin oluşturduğu rengarenk çiçeklerden gözlerimizi alamıyorduk...Bir ara, yanımızdan geçen bir çiftin, "işte hayat bu, insanın içi açılıyor" dediğini duyduk...Gerçekten öyleydi, bu rengarenk çiçeklerin arasında yürürken kişisel ve evdeki bazı ufak tefek sorunların hepsini unutmuştuk...

Parkın, Sarayburnu'na açılan arka kapısına geldik...Sağa döndük biraz meyilli yoldan, Topkapı Sarayı'na bitişik deniz manzaralı çay bahçelerine doğru yöneldik...Tam yolun ortasına geldiğimizde, iki çocuklu genç bir çiftin çocuklarını sarı, kırmızı, pembe ve beyaz renkli bir çiçek kümesinin ortasına koyup resim  çekme hazırlığı içinde gördük. Yanlarında  geçerken, "bu renkli çiçeklerin kokularını da çekin!" dedim gülerek...Genç baba "keşke!" dedi ve hep beraber gülüştük.

Eskiden bahçe düğünlerinde kullanılan, dört köşe tahta bir masa ve etrafında yine dört tahta  sandalyeden oluşan oturma gruplarında birine oturduk...Burası, bizim yıllar önce -- Milattan Önce  :)) -- eşimle birlikte romantikleştiğimiz yerdi...Parkın girişinde aldığımı simitlerimizi masanın üstüne koyduk ve yanımıza gelen garsona iki kişilik bir demlik söyledik. 

Bloğumun başına koyduğum resimdeki manzarayı seyrederek, simit eşliğinde çaylarımızı içtik.

Anlatmaya çalıştığım bu küçük gezinti bana şunu bir kez daha hatırlattı...Bir saksıdaki çiçeği sulamazsanız solar gider...Doğanın rengi de öyle...Doğanın rengini de canlı tutmak için, yine doğanın bize sunduğu diğer renlerle onun canlılığını korumak gerekir...

DOĞANIN RENGİNİ SOLDURMAYALIM....RENKSİZ BİR DOĞADA, YAŞAM DA GÜZEL OLMAZ...

cdenizkent

 
Toplam blog
: 979
: 1425
Kayıt tarihi
: 11.12.07
 
 

İstanbul doğumluyum. İlk, orta ve lise öğrenimi İstanbul'da tamamladım. İstanbul Üniversitesi'nde..