Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Ekim '16

 
Kategori
Güncel
 

Seslendirilmeyenleri ile Misak-ı Milli. "Tarihi galipler yazar" Bu durumda tarihimizi..... (7)

Seslendirilmeyenleri ile Misak-ı Milli. "Tarihi galipler yazar" Bu durumda tarihimizi..... (7)
 

Balıkların ve karıncaların birbirlerini yemelerini güçleri değil, suyun akışı belirlemektedir.


Gözlerimizle gördüğümüzü düşünürüz ki, bu doğru değildir. Yunanlıları denize döktüğümüz gibi! Yunanlıları ülkemize gönderen İngiliz-Fransız-Amerikalılar değil mi? Elbette onlar. Peki, 9 Eylül 1922’de (Yunanlılar İzmir'den gemilerle ülkelerine dönerken) İngilizler-Fransızlar (ve Amerikalılar) İşgalci ve hala belirleyici değil midir? Öyledir.

Siz, sanıyor musunuz ki : işgalciler kendi elleri, imkanları ve korumalarında getirdikleri kuklaları Yunanlıları, hem de gözlerinin önünde denize dökmelerine seyirci kalacaklar?

Sizce, kalmışlar mıdır, kalmamışlar mıdır?

Kaldığımız yerden Misak-ı Milli’nin hazırlandığı döneme ve şartlarına dönmeden kısa bir açıklama yapıyoruz:

Misak-ı Milli’yi (Milli Yemin) okudunuz mu dersek şık olmayacaktır. Elbette okumuşsunuzdur. Peki, 8 Ocak 1918’de Başkan tarafından açıklanan Wilson ilkeleri’ni ? (**)  

Ve bu kararların (Misak-ı Milli içeriğine) benzerlik gösterdiğini, hatta bir benzerinin, 5 Ocak 1918’de, İngiltere başbakanı tarafından da açıklandığını?

Anlatılmak istenen : Misak-ı Milli içeriğinin Wilson İlkeleri ile örtüştüğüdür. Sanki, dönemin büyük devletleri İngilizler, Fransızlar, Ruslar ve Amerikalılar: Osmanlıyı parçalamak (buna dönüştürmek de denilebilir) için aralarında bir karar almış ve bu kararı, ayrıntılı bir planla uygulamaya koymuşlardır.

Onlar bu kararları alırken, Osmanlılar her şeyin farkındadır. (Dünya Savaşı öncesinde) İngilizlerle ittifak yapmak isterler kabul edilmez. Fransızlara giderler, onlarda, “Hayır” der. Rusların, tek derdi “Boğazlar” değil midir? Geriye -ittifak seçeneği- ne kalır? Almanlar.

Peki, Almanlar ne kadar samimidir? Bırakın samimi olmalarını, Savaş, sömürge kapmak yarışı değil midir? (Kanaatimizce) Almanlarda bu danışıklı dövüşün-yarışın (iki ayaklı aleyhimizdeki bir planla) içindedir.

İşte Osmanlıların 1914’de şartları ve yaşadıkları budur. Bunlar bizim (“Resmi” demeyelim de bilinen) tarihimizde anlatılmaz.

Milli Mücadele, 1914 başlar, 1919’da değil. 1919, Planın son aşamasıdır. Ve Bu Mücadele’de Türkler yalnız değildir. İslam Alemi tüm zor şartlarına rağmen (haksız iddiaların aksine) Bu mücadelede yanımızdadır. Çok küçük bir aşiretin ihaneti dışında.

Wilson ilkeleri kapsamında açıklananlar arasında bizimle ilgili olan, 12. Madde içeriği nedir?

Madde 12 : Bugünkü Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Türk kesimlerine güvenli bir egemenlik tanınmalı, Türk yönetimindeki öbür uluslara da her türlü kuşkudan uzak yaşam güvenliğiyle özerk gelişmeleri için tam bir özgürlük sağlanmalıdır. Ayrıca Çanakkale Boğazı uluslararası güvencelerle gemilerin özgürce geçişine ve uluslararası ticarete sürekli açık tutulmalıdır.

Bu maddenin açık ifadesi: Osmanlı İmparatorluğu tamamen parçalanacağı, Türklerin (nüfus) olarak ağırlıklı oldukları bölgelerde (Türklerin) egemenliklerini koruyacak (sağlanacak!) Türklerin yönetimindeki, Müslümanlar (Diğer etnik kökenliler!) kendi rızaları da olsa, ayrılmak istemeseler de, onlar Osmanlı’dan koparılarak ayrı ayrı devletçikler kurulacaktır.

Buraya kadar (başımıza neler geldiği-geleceği konusunda) anlaşılmayan bir durum kalmış mıdır?

Kalmadığını umuyoruz. Ki: Wilson ilkeleri, samimiyetten uzaktır. Amerikalıların pastadan pay kapma, “rol kapmak” telaşı, planıdır.

Burada bir nokta daha açıklamalıdır.

-“Efendim, Osmanlı bitmişti, parçalanması kaçınılmazdı, bu nedenle zaten yıkılacaktı… bla…bla..bla!

Bakalım bu iddialar doğru mudur?

-Çanakkale Savaşları’nda, (1914-1918) karşımızda kimler vardı? İngilizler-Fransızlar ve sömürge devletlerinin (insan) malzeme kaynakları. Bunlar dönemin “Büyük devletleri” değil miydi? Peki, bunlar, “Bitmiş” Osmanlı karşısında ağır yenilgiler almadılar mı?

-Kut'ül Amare  (1915 - 1916) : I. Dünya Savaşı esnasında ve Irak Cephesinde geçen bir muharebedir. Bu savaşta da, İngilizler yenilerek teslim olmadılar mı? Teslim olanlar arasında: 13 İngiliz general, 481 subay ve 13.300 er yok mudur? İngiliz kuvvetleri ve müttefikleri, 23.000 ölü ve yaralı, Osmanlı kuvvetleri 10.000 ölü ve yaralı vermemiş midir?

-Sormazlar mı? Bu nasıl bir bitmişlik, tükenmişlik, yok olmuşluktur ki: “koma halinde” dahi, dönemin Büyük Devletlerini (teknolojileri de dahil) yenebilmektedir?

-“Öyle de Osmanlı Ordusu askerlerinin karnını doyuramıyormuş, silahı malzemesi yokmuş?”

-Öyle miymiş? Bu durumda, Teslim Belgesi, “Mondros Ateşkes anlaşması”ndan (30 Ekim 1918’den) birkaç gün öncesine bakalım :

 …

MUSTAFA KEMAL PAŞA  (Filistin Cephesi) BOZGUNU ANLATIYOR

..7. Ordu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa, Geride anavatanı savunabilmek için Suriye’yi feda etmeyi çoktan göze almıştı. Dağılmış olan orduyu toplamaktan başka çaresi de yoktu. Fakat, Grup Kumandanı İle irtibat kuramıyordu. Bir taraftan bağlı olduğu kumandan ile temas ararken, diğer taraftan eline geçirebildiği kıt’aları düşmana kaptırmadan kuzeye doğru çekmeye çalışıyordu. Bu çekilmeyi Mustafa Kemal Paşa şöyle anlatır:

SON MUHAREBE

Ertesi gün (26 Ekim 1918) İngilizler Mustafa Kemal Paşa’nın hazırladığı cepheye taarruz ettiler. Birinci Dünya Harbinin son muharebesi cereyan ediyordu. Bu muharebenin diğer bir özelliği de, savunulan hattın, İleride “Misakı Millî” ile tesbit edilecek güney sınırı olmasıdır.

(“Bozkurt” Kitabının yazarı, İngiliz İstihbarat subayı) Armstrong diyor ki:

“Bu hat, Torosları güçlükle aşarak Anadolu’ya giren biricik yolu tutuyordu. Hattın her iki kanadı da ayrıca güven altında İdi. Ne düşman, ne bozguncu grupları kolay kolay geçemezdi. Arabistan, Suriye, Filistin Türklerin fatih ve İdareci olarak hâkimiyetleri altında bulundurdukları Arap memleketleriydi. Bunlar şimdi, elden çıkmıştı. Fakat, bu yeni hatta düşman, Türkleri sırtları arkalarındaki duvara dayalı, kendi memleketlerini,, asıl Türkiye’yi savunmaya zorlayacaktı. Burada anavatan için en ton ferde varana kadar dönüşeceklerdi.”

BOZGUNUN MALİYETİ

…İngiliz taarruzunun başladığı 19 Eylülden, bu son muharebenin yapıldığı 26 Ekim (1918) gününe kadar 1,5 aylık dönemde Yıldırım Orduları Grubunun (Osmanlı) kayıpları şöyledir:

75.000 Esir

360 Top ve büyük ölçüde malzeme ve teçhizat   

800 den fazla makineli tüfek

210 Kamyon

44 Otomobil

89 Lokomotif

468 Yük ve yolcu vagonu.

İstiklâl Harbinde, Büyük Taarruz için Türk ordusunun elinde ancak 323 top bulunduğunu hatırlamak, Filistin ve Suriye bozgunundaki kayıpların değerini ölçmeye yeter sanıyoruz. (1)

“Tükenmiş Devlet” olarak tanımlanan Osmanlının yukarıda da görüldüğü gibi ne silah, ne de bir malzeme sıkıntısı bulunmaktadır. Yaygın olarak bilinen şekli ile, Milli Mücadele, İstanbul ve Ülkenin diğer taraflarındaki Osmanlı Devleti’nin silah depolarından sağlanan silah-malzemelerle mücadele yapılmamış mıdır?

Özetle: Tarihimizde anlatılanlarla, yaşananlar arasında ciddi bir çelişkinin bulunduğudur.

Peki, bu çelişkiler, “Tarihi galipler yazar!” iddiasının (gerçeğinin) bir sonucu mudur?

Bu ülkenin batmaması için değil canlarını, her şeylerini gözlerini kırpmadan feda edenler, ne yaptılar da arkadan gelenlerce (hiçbir şeyin farkında olmayanlarca) hala 7 gün 24 saat hakarete uğramaktadır?

-Bu küfürlerin arkasında: ülkeleri için Çanakkale ve Kut’ül Amare’de düşmanlarına kök söktürmeleri, İngilizlerin dediği gibi, “Osmanlılar Savaşa girmekle, Dünya Savaşı’nı 2 yıl uzattılar!” Kin ve nefreti mi vardır?

Peki, Savaşa girmeseydi, bu durum değişecek miydi?

“…29 Ekim 1914 sabahı başlayan büyük mücadele, 29 Ekim 1923’te ebedi zaferle sonuçlanmıştır. Her gün bir başka ölüm kalım uğraşının verildiği, modern Türkiye’yi baştan aşağı şekillendirmiş bu dönemde, hep vatan müdafaası içinde, hep vatanı yabancıların eline geçmekten kurtarmak peşinde olunmuştur.

Türkiye’nin ayakta kalma mücadelesi 1914’te başladığı içindir ki, iki kökteş fakat farklı liderlik altında verilmiş olan ve dokuz yıla yayılan mücadelenin safhalarının ayrılığı ve özdeşliği görülebilmelidir.

Bu olağanüstü kararlılık ve irade gösterisi sayesindedir ki, Osmanlı İmparatorluğu, efsaneyi doğrularcasına bir Anka Kuşu gibi gerçekten de küllerinden doğmuş ve Türkiye Cumhuriyeti’ne hayat vermiştir.

…Bu müthiş yıllardan nihai zaferle çıktığımız içindir ki, Avrupa’nın oluşturucu ve belirleyici tarihi mücadelelerine girişmiş, en zorlu savaşlarda yerini almış diğer ulusları gibi bizim de elem çiçeklerimiz var.

Farkında olmadan unutmamayı tercih ettiğimiz, adeta kayırdığımız acıların iç içe geçmiş hüzün dairelerinin yanında durmaya devam ediyoruz. Aynı trajedinin sayısız katmanı, şuuraltı birikimimizin en can alıcı noktalarında yaşamaya devam ediyor: Uyanıp kendini geri kazanma yolunun başına çıkmış, tam da ayağa kalkmak üzereyken bir daha geri gelmemecesine yok olup giden Şark ve onun son imparatorluğu…

Artlarından yüz yıl sonra ne anlatılırsa anlatılsın aynı saklı acının sahibi olarak karanlıklara karışıp gidenlerin hikâyesi bir yerlerde devam ediyor. (2)

Bizler: Sanıldığından daha birikimli ve daha girişimci ve büyük milletlerdeniz,

Bizler: Yenilemez, belki geçici bir süre engellenebiliriz.

Bizler: Kendi küllerinden doğan Efsanevi Anka Kuşları’yız.

www.canmehmet.com

Resim: web ortamından alınmıştır.

(*) Anka Kuşu Efsanesi: Yüzyıllar öncesinden bu güne kadar gelen efsanelerden bilindiği gibi Anka kuşu oldukça uzun ömrünün sonlarına yaklaştığında öleceğini anlayarak kendisi için bir yuva hazırlar. Bu özel yuva için gerekli olan kuru dalları bir araya getirerek yuvasını inşa eder ve yuvayı çok özel bir sıvı ile sıvayarak yuvaya yerleşir ve kızgın güneş ışıklarıyla bu özel yuvanın tutuşmasını bekler. Güneş ışıklarının etkisiyle tutuşarak yanan yuvanın içinde kendisini de yakarak alevlerle yeniden hayat bularak doğan Anka kuşu yuvanın yanmasının ardından yanmış küllerin içinde bir yumurta meydana gelir ve bu yumurta sayesinde Anka kuşu küçük bir yavru olarak hayat bulur ve yeniden doğar. Kendi küllerinden yeniden hayat bulan Anka kuşu, birçok değişik inanışlarda diriliş simgesi olarak benimsenmiş ve kabul görmüştür. Daha fazlası için bakınız: http://www.kuslar.gen.tr/anka-kusu.html

 

 

(**)Wilson İlkeleri, “On Dört Nokta” olarak da bilinir ABD başkanı Woodrow Wilson'ın 8 Ocak 1918 günü ABD Kongresi'nde yaptığı konuşmada açıkladıklarıdır. Bunlar,  Amerika Birleşik Devletleri'nin I. Dünya Savaşı'ndan sonra kurulmasını istediği dünya düzenine ilişkin görüşleri’dir.

(1) Anadolu İhtilali, I. Kitap, Sabahattin Selek, Sahife: 31

(2) Adil Hafızanın Işığında Birinci Dünya Savaşı’na Giden Yol ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu. Sahife: 37-38.  Altay Cengizer, (Yazar, Büyükelçi, Dışişleri Bakanlığı Siyaset Planlama Genel Müdürü’dür.)

 
Toplam blog
: 1117
: 1768
Kayıt tarihi
: 29.08.06
 
 

Ticari ilimler akademisindeki öğrenciliğim sırasında, bir kamu iktisâdi kuruluşunda başladığım ça..