Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Mart '09

 
Kategori
Siyaset
 

ABD, Türkiye’den borç mu istiyor?

ABD, Türkiye’den borç mu istiyor?
 

Bugün 7 Mart 2009.. “Milenyum” şamatalarının üzerinden nerdeyse 10 yıl geçmiş. Biz (biz derken gelişmelerin farkında olmayanları kastediyorum) ise hala kendimizi 20.yüzyılda hissediyoruz. Oysaki dünya 20.yüzyılı kapattı ve 21.yüzyılın psikolojik baskısı altına çoktan girdi bile.

“Gelişmiş ülkeler” diye tabir ettiğimiz askeri güçlerinin gölgesi altında dış ticaret fazlası sayesinde geçinen ülkeler artık bu durumu uzun süre devam ettiremeyeceğini anladılar ve kurtuluş yolları aramaya başladılar. Özellikle gelişmekte olan ülkeler; gelişmiş ülkelerin vesayeti altında bir geleceklerinin olamayacağını anlamış ve -neye mal olursa olsun- bu vesayetten kurtulma yolları aramaya başlamışlardır.

Dünya üzerindeki doğu-batı mücadelesi oldum olası erdem-para hattında gidip gelmişti. Doğu insanının yapısında sözlerin önemi büyüktür. Ne de olsa “söz ağızdan bir defa çıkar”dı. O yüzden yazılı kaynak sıkıntısı vardır doğuda. Batı insanı ise düzenini ekonomik güç üzerine kurmuştur ve bunun idamesini de askeri caydırıcılıkla sağlamaktadır.

Batılının parasını aldın mı canını almış sayılırsın. Ekonomik gücünü yitiren emperyal güçleri ayakta tutabilecek yedek bir güç bulunmamaktadır günümüzde. Türkiye bunun farkına vardı ve “hinterlant” savaşlarını başlattı. Adı konmasa da, başlayan bu savaşın tarafları el altından mücadele silahlarını sahaya sürmekteler. Bu yüzden Türkiye’ye; ülke dışında girdiği aktif politikanın ceremesini(!) içerde çektirme çalışmaları da hız kazandı. Bu mücadelenin ülke içindeki dış figüranları da; “Kahrolsun Amerika” şeklinde bayraklaşmış sloganlarla gündeme gelen “özde Amerikancılar” dır.

Aslında Türkiye açısından “ekonomi savaşları” rahmetli Turgut Özal ile başlamıştı. Her ne kadar Türkiye’yi “küresel sermayeye” teslim etmekle suçlansa da o; ömrünün bir kısmını, Türkiye’nin kendi hinterlandı üzerinde hakim olması için ortamı örgütlemeye adamıştı. Ve belki de Türkiye’nin 21.yüzyıla damgasını vurmasının önünü açmıştı. Açmıştı açmasına ama, bu konuda en aktif olduğu zamanında vefat etmesi soru işaretleriyle karşılandı.

Sayın Özal’ın ardından Çiller-Erbakan Hükümeti bu konuda yeni adımlar attı. Özellikle “D-8” (kısaca Developing Eight-gelişmekte olan 8 ülke) projesi belki de Çiller-Erbakan hükümetinin sonunu getiren girişim oldu.

Günümüzde de bu atılımlara yenileri eklenmekte ve Türkiye bölgede önemli bir güç olduğunu hissettirmektedir. Hükümet bu konuda kararlı olmakla birlikte, ülke içinde bazı odaklar kendilerine has değişik gerekçelerle –ki bu konuyu daha sonra açabiliriz- hükümetin başarılı olmasını engellemeye çalışmaktadır. Türkiye; bir yandan bölgede bir “süper güç” olma yolunda planlar yaparken, bir yandan da içeride, dünyayı sarsan “küresel ekonomik yıkımın” memlekete teğet geçip geçmediği tartışmalarıyla oyalanmaya çalışılmaktadır.

“Hinterlant savaşları” dedik. Türkiye; tarihi itibariyle Kuzey ve Orta Afrika, Doğu Avrupa, Ortadoğu, Uzakdoğu ve Orta Asya gibi geniş bir coğrafi alanla ilişki içindedir ve bu alanda ticari ilişkilerini geliştirme gayretindedir. Ticaretten ayrı olarak siyasi olarak da bu bölge ülkelerine destek vermeye başlamıştır. Siyasi ve kültürel “omuzdaşlık”, ülkemize ticari getiri olarak geri dönmektedir. Burada Türkiye’nin dış ilişkilerde direk olarak “parayı” değil de “erdemi” ön plana çıkarması da ülkemize olan güveni artırmaktadır. Aslında bu “erdem” ağırlıklı politika; dostlarımıza olduğu kadar rakiplerimize de çekici gelmektedir. Ve bu durumdan da faydalanma amacındadırlar.

2. Körfez Harekatı başladığında, “Amerika batacak!!” öngörüsünde bulunmuştuk naçizane. Belki de “ayağa kalkmaya çalışan kadim milletin ferdi” psikolojisi ile ayağımıza dolanan bu devasa rakibin paçasından aşağı çekilmesi bize içten içe bir haz veriyordu. “Amerika batacak!” dedik demesine de bunu kafadan söylemedik. Bizim de kendimize göre tahminlerimiz vardı. Nitekim zaman tahminlerimizi haklı çıkardı.

Sen tut kıtaları, okyanusları aş gel; kara, hava, deniz kuvvetlerinden oluşan 150 bin kişilik bir askeri gücü yaklaşık 30 milyonluk nüfusu olan bir ülkenin kapısına yığ ve işgal etmeye kalk. İstediğin kadar süper güç ol, bu günümüz şartlarında hayalden başka bir şey değildi. ABD de bunu anladı, ama geç anladı. Şu anki hesaplara göre Irak’ın petrol gelirleri yıllık 70 milyar dolar civarında. Ve de bu savaşın ABD’ye maliyetinin 2 trilyon doları bulduğundan bahsediliyor; o da şimdilik. O halde bu savaşı kazanmanın ABD’ ye bir getirisinin olmasını beklemek saflık olur. Sanırım kendileri de bunun farkındaydı. Bir süper gücün savaşa girerken basit matematik hesaplarında yanılması düşünülemez herhalde. Ya da biz öyle düşünüyoruz.

1.Körfez Savaşı’nda ABD bugün yaptığı hatayı yapmamıştı. Harekâtı tamamlar tamamlamaz anlaşmayı yapmış ve ordusunu geri çekmişti. 2.harekâtta bunu yapamadı; çünkü hazırlıksızdı. Irak’ta harekâtın altyapısını hazırlayamadı bu sefer. Kazanacağı bir savaştan sonra ülkeyi teslim edeceği güçlü bir taşeron yoktu ülkede. Bu taşeronu oluşturmak da zaman ve ekonomik güç istiyordu. İşte bu girişim ABD’ye belki de “dünyanın liderliğine” mal olacak. Hatta bana göre bu bile onlar için iyimser bir tahmin. Bana göre şu anki gelişmiş ülkeleri çok daha zorlu günler bekliyor.

ABD bana göre Irak’a sadece Irak petrolleri için girmedi. Neticede oradaki petrolün savaş masraflarını karşılamayacağı açıktı. ABD aslında bölgede kaybetmeye başladığını hâkimiyeti kurmak istiyordu. Amaç Irak’ı ezip, oraya bir taşeronu oturtarak bölge ülkelerine gözdağı vermek ve “ben buradayım, sözümden çıkarsanız akıbetiniz budur” mesajı vermekti. Bu mesaj ABD için hayati öneme sahiptir; çünkü ABD’nin dış borcu bugün itibariyle yaklaşık 12 trilyon doları aşmıştır ve ABD’nin bütçe açığını büyük oranda petrol üreten Arap Ülkeleri finanse etmektedir. ABD bir gün bu finans kaynaklarını kaybederse yıkılım kaçınılmaz olacaktır. O yüzdendir ki bu ülkelerin her an baskı altında tutulması gerekmektedir.

20. yüzyılın başlarında dünya üzerinde İngiltere’nin hakimiyeti vardı. Askeri gücü sayesinde ekonomik olarak kalkındı ve hâkimiyetini kurdu. Ancak bu durumun daha fazla süremeyeceğini anladığından dolayı her batılı ülke gibi “güvenli geri çekilme taktiği” uyguladı. Yüzyılın başından sonra askeri liderliği ABD ye devretti. Bu bir anlamda kendi güvenlik masrafını da ABD’nin sırtına yıkmak anlamına geliyordu. Ama alan da satan da memnundu o zaman. “Güvenli geri çekilme taktiği” ülkelerin tarih sahnesindeki liderliklerini devrederken konumlarını rölantiye alarak yıkılmadan liderlik için sıranın tekrar kendilerine gelmesini beklemeleri demek. Bildiğim kadar ABD bunu uygulayabilecek kabiliyette değil ama; muhtemelen ABD’yi yönlendiren bazı güçler onu bu yola götürüyorlar.

ABD de İngiltere’nin taktiğini bizim üzerimizde denemeye kalktı. Ve de hala şansını deniyor. 1.körfez savaşı sırasında rahmetli Turgut Özal, ABD’nin verdiği sözlere inanarak –ki bizdeki sözün değeri ile batınınki arasında fark var- ABD’ye destek vermiş ve sonuçta büyük bir hayal kırıklığına uğramıştık. ABD aynı şeyi 2.körfez savaşı sırsında da aynısını denedi ve hamlesi “teskere krizine” takıldı.

Biz ABD’nin yükünü sırtlanmayınca ABD “iş başa düştü” deyip kendi kendine girdi. Girdi girmesine de meret “şişede durduğu gibi” durmuyordu. Gün geçtikçe ABD’nin Iraktaki durumu onlar için çekilmez olmaya başladı. Artık bir an önce bölgeyi terk etmeye çalışıyorlar.

2.körfez savaşında Irak’ı direnmemekle suçlamıştım. Öyle ya 30 milyonluk bir ülke ABD güçlerinin Bağdat’a elini kolunu sallayarak girmesine izin vermişti. ABD kuvvetlerinin Irak topraklarına ayak bastığı Umm Kasr’daki direniş hepimizin gözünü Irak’a dikmesine sebep olmuştu. Oradaki direnişi görünce Irak halkından müthiş bir destan bekleme gafletinde bulunmuştuk. Hayallerimizin yıkılması uzun sürmedi, Irak beklentilerimizi karşılayamadı. O zamanlar biraz da ağır konuşmuştum:” Şerefiyle ölmeyi beceremeyenler şerefsizce yaşamaya mahkûmdurlar”. Nitekim daha sonraki günlerde Iraklıların başlarına gelenler hepimizin malumu.

Bir toplumu itibar sahibi yapan “ölmeyi bilme kabiliyeti” dir. Biz bugün bir nebze rahat yaşayabiliyorsak bunu Batı’nın ya da ABD’nin lütfuna değil, atalarımızın; Çanakkalelerde, Sakaryalarda, Trablusgarblarda ve dünyanın dört yanındaki cephelerde ölüme “bir gül bahçesine girer gibi” koşmalarına borçluyuz.

Irak halkı Saddam’ı eğer zalim olarak görüyorsa cezasını kendi verebilmeliydi. “Oh olsun Saddam'a” deyip vatanı düşman postallarına çiğnetmek vatan hainliğinin en büyüğüydü bence. Rivayetler savaşın başladığından beri Irak’taki ölü sayısının 1 milyonu aştığını söylüyor. Gerekirse 1 milyon ölü daha verip ülkeyi savunmaları gerekirdi -ki bir daha saldırmaya kolay kolay cesaret edemesinlerdi-. Sonuçta savaş sonrası muhtemel savaşta ölecek olandan daha fazla insan öldü. Bunun sorumlusu da Saddam olmayacak. Hain dahi olsa vatanını savunurken kendi halkı tarafından ihanete uğradı. Marifet Saddam'ın heykelini pabuçlamak değil, meydana çıkıp savaşmaktır. Şimdi her şeyden çok, o medyaya yansıyan, Saddam’ın heykeline terlikle vuran adamın akibetini merak ediyorum. Amerikalı “Sahipler” ödüllendirdi mi acaba onu. Her şeye rağmen Irak halkı bizim kardeşlerimizdir. En büyük temennim; bir an önce akıllarını başlarına toplayıp şu anki işgalden bir an evvel kurtulmaları. Sonra kimi istiyorlarsa yargılayıp cezalandırsınlar. Hoş cezalandırılacak kimse de kalmadı ya!.

Direnişin olmamasına kimi “Irak’ın coğrafi şartları engeldi” der, kimi de benim gibi “dünyaya tamah”.. Her ne sebepten olursa olsun Allah’ın (c.c) hikmetinden sual olunmuyor. Şermiş gibi görünen bir olaydan yine bir hayır filizleniyor. ABD, Bağdat’a gidi ve yerleşti. Kendi kendini dahi yönetemeyen bir ülkeyi dışarıdan gelip yönetmeye kalktı. Uğraştıkça da ekonomik olarak sarsılıyor. Meydanda direnemeyen Iraklı ise şehir içinde nispeten küçük de olsa bir direniş göstermekte. Direnmese dahi ABD’nin yaptığı masraf kendini yıkmaya devam ediyor.

Dünyanın en gelişmiş ülkeleri dış borç içinde yüzüyorsa bu değirmenin suyu nereden geliyor? ABD’nin dış borcu 12 trilyon doları aştı demiştik; ve de bütçe açığını Arap Ülkelerinin kapattığını.. ABD’den sonra da en borçlu ülke “yapışık kardeşi” İngiltere. Onun da dış borcu 10 trilyon doları aşmış durumda. Sonra da Almanya, Fransa diye uzuyor liste. Esas soru şu olmalı: Arap Ülkeleri Batı’yı daha ne kadar finanse edecek? Bu sorunun cevabı belki de 21.yüzyılı şekillendirecek. Ticari olarak düşündüğümüzde borç verdiğimiz ülke batarsa alacaklarımızın üzerine soğuk su içeceğiz anlamı çıkar. Yani Körfez Ülkelerinin finanse ettiği Batı Ülkeleri iflas ederse soğuk suyu körfez ülkeleri içecek. ABD ve Avrupa Ülkeleri sıkışınca büyük bir ihtimalle “Vermiyorum kardeşim!” restini çekecek, alacaklılarda “Ben almasını bilirim!” deme gücüne sahip olmadıklarından sineye çekecekler. Yani ABD ve Avrupa borçların üstüne yatacak. Yaparlar da..

Gördüğüm kadarıyla Körfez ülkeleri bütün sermayelerini ABD Dolarına yatırmakta tereddütlüler son yıllarda. Batı’ya güvenleri azalıyor. Bu da parayı güvenli bölgelerde yatırımda kullanma arayışlarına girmelerine sebep oluyor. Ama bunu da öyle “patadanak” ortaya söylemeye çekiniyorlar açıkçası. ABD ve Batının gazabından(!) korkuyorlar. Onları cesaretlendirecek gelişmelerin olması lazım. Bu da büyük ihtimalle bölgede güçlü bir Türkiye isteği olacak.

Türkiye, gerek son dönemlerindeki siyasi ve kültürel atılımları, gerekse de ekonomik gelişimi ile; bölgedeki ülkeleri, ABD ve Batı Ülkelerinin baskısından kurtaracak bir umut ışığı olarak görülmeye başlandı. Bu biraz da ortak hafızalardaki “söze duyulan güvene” bağlı idi. Türkiye bugüne kadar verdiği sözleri ne pahasına olursa olsun tutmuş, bazıları gibi sürekli kazık atmamıştı. Bu güven belki de Türkiye’nin önünü açacak bu yüzyılda.

Ülkemiz şimdi ekonomik atılımlarına devam ediyor.. Memleketin her yanından petrol, doğal gaz, altın madeni müjdeleri geliyor. Daha önce kapatılan petrol kuyuları şimdi teker teker açılıyor. Ve verilen müjdelere göre Türkiye yakın zamana kadar bu konuda dışa bağımlılıktan kurtulacak. Dışa bağımlılıktan kurtulan Türkiye’nin bölgeyi hakimiyeti altına alması öngörülüyor.

Bugünlerde ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton Türkiye’deydi. Ardından da ABD Devlet Başkanı Barrack H. Obama gelecekmiş. Tabi direk Türkiye’ye gelecek değil. Muhtemelen bir dizi ülkeyi sıraya koyacak ve buraya da uğrayacak. Ama dikkate alınması gereken şey, son yıllarda ABD başkanlarının ülkemize sık uğraması. Bu da uğramadan geçilmeyecek bir ülke konumuna geldiğimizin göstergesi.

Ayrıca son günlerde ABD Türkiye ile iyi geçinmeye çalışıyor, sürekli ılımlı mesajlar veriyor. ABD siyasetinde yeni bir dönemin başlayacağı sinyallerini güçlendiriyor bu durum (Zaten İsrail’de muhtemelen bunu görmüş ve Gazze katliamını Bush’un son dönemine apar topar sıkıştırmıştı). Şimdi ABD; siz “Büyük Ortadoğu Projesi” deyin, başkası “Büyük Osmanlı Projesi” desin bir şekilde bölgeyi Türkiye’ye emanet edip, daha doğrusu Türkiye’ye bölgede taşeronluğunu yaptırıp süper güç olmaktan el çektirileceği ve “bir kozaya” gireceği dönemde Ortadoğu’yu bizim aracılığımızla sömürmeye çalışıyor. Bizden bir “söz” alabilmek için canı çıkıyor. Biliyor ki o sözü verirsek ne yapıp edip tutarız.

Öte yandan Türkiye artık eski Türkiye değil. O sözleri artık çok kolay vermiyor. Ve de gücünü kendi menfaatleri için kullanacağını da kıvırıp çevirmeden ilan ediyor.

Kısacası ABD kozada kalacağı yılların Ortadoğu’daki getirisini bizden borç olarak istiyor. Borç istiyor ama şimdi aldığı borçları dahi ödemiş değil. Bize karşılığı olup olmadığı belli olmayan bir çek vaat ediyor. Türkiye bu durumda ya taşeronluk yapıp aza razı olacak, ya da ayağa kalkıp geleciğine doğru emin adımlarla ilerleyecek.

07.03.2009 saat 21.47

 
Toplam blog
: 32
: 859
Kayıt tarihi
: 04.12.08
 
 

Hayatı yaşanabilir kılan bilgidir... Vakit buldukça yazmaya çalışıyorum. Yazılamayan, kaydedileme..