Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Mart '09

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

İletişir misin, iletişmez misin?

İletişir misin, iletişmez misin?
 

Hastalarla diyalogumuzdaki sorunlar üzerine çok yazdık çizdik. Ne de olsa okulda okutmadılar bize. Aslında okulda diyalog kurmayı öğretmeye çalıştılar da bizim ilişkilerimiz sahada genellikle monolog olarak yürüdüğünden fazla işimize yaramadı.

Her gün o kadar garip istek ve dilekle karşılaşırsınız ki , bir süre sonra adınız “hayırcı” doktora çıkar. “Canım, bu doktor da her şeye karşı çıkıyor” serzenişleri kulak çınlatır. Hatta aylarca sırtınızda taşıdığınız dostlarınız bir gün saçma bir isteğine karşı çıktığınız için sizi kadim düşmanı ilan edebilir.

Bazıları yazdığınız reçeteye alışveriş listesi gözüyle bakar: “4 kalem yazdırma hakkım yok mu?” sorusu çoğu zaman tarafımızdan : “Hayır, sizin hakkınız hastalığınızın tedavisi için gereken kadar ilaç. Bizim hakkımız ise sizi tedavi edecek kadar ilaç yazmak. Bunun en fazla dördü ödenir; yani “dört”, karnenin hakkıdır. Diğerlerini kendiniz alırsınız; yani yazılan ilaç kalemi dörtten fazlaysa. Hastalığınız için bir kalem ilaç gerekiyorsa bir kalem yazılır, bir kalem alırsınız” olsa da hasta bu konuda kararlıdır: “Bir öksürük şurubu, bir ağrı kesici, bir antibiyotik, bir vitamin……..” diye istekler devam eder.

Bazıları, çocuğun eline karneyi tutuşturup; bir de sözlü olarak hastalık tarifi eklerler üzerine ve size gönderirler. Onların gözünde “bakkaldan iki ekmek al” ile “git şu hastalığımın ilaçlarını yazdır” arasında fark yoktur. Yazanın da önemi yoktur..Ama bazıları o kadar vicdansız değildir; ilaçların isimlerini de gönderirler. Hatta bilmem kaç ay önce aynı hastalığa yakalandığını ve gönderdiği listedeki ilaçların iyi geldiğini de hatırlatma bilgisi olarak gönderirler ki yanılıp şaşıp yanlış ilaç yazmayalım.. Bu hatırlatma bilgileri bazen 2-3 yıl öncesini içerebilmektedir ki bu hafızamıza olan güvenlerini göstermekte ve bizi onore etmektedir.

Çoğu hasta bizi yormamak için elinden geleni yapmaktadır. Teşhislerini kendileri koyar, ilaçlarını da alırlar eczaneden.. Bizi sadece ilacın yazımı sırasında rahatsız ederler. Aslında orada da rahatsız etmeyecekler de mühür yok ellerinde. Bir de öyle talihsizdirler ki hep hafta sonu veya mesai saati dışında hasta olmakta ve ilaçları eczaneden kendileri almak zorunda kalmaktadırlar.

Sağlık konusunda komşumuzun tavsiyeleri çok önemlidir. Doktordan önce koruyucu sağlık hizmetleri vermekte olan komşumuza yöneliriz. Doktora gidip gitmeme onun tecrübeleri ve tavsiyelerine bağlıdır. Tedaviye önce komşu başlar yeterli gelmezse doktora gidilir. Bir defasında komşusunun tavsiye ettiği ilacı yazmakta direndiğim hastam bana şunu dedi: “Daha iyisini biliyorsan sen yaz”. Kendimi “Garfield” gibi arabanın camına yapışmış hissetmiştim.

Hastalar bize gelene kadar epeyce bir elemeden geçmekte ve biz son çare olarak görülmekteyiz. Anlayacağınız “çıkmazların” adamıyız. Bunun hediyesi de “tedavi edemedi” yaftasıdır. İhale bize kalır anlayacağınız. Komşulardan sonra sınıkçısı, otçusu, doktorun delisi, eczacı kalfası, “doktordan iyi bilen” eczacısı vardır. Ama en evlâ olanı askerliğini sıhhiye olarak yapmış olanlardır. Onların hastalık hakkında bir fikri varsa bizim fikrimiz önemsizdir; sorulmaz da zaten..

Hasbelkader hasta karşımıza gelirse egomuz kabarır, kendimizi önemsenmiş olduğumuz hissine kaptırırız. Fakat uzun sürmez ayağımızın yere tekrardan değmesi, havamızı alırlar hemen. Kapıdan girerken “cark, cark” sesleriyle sakız çiğneyen hasta karşınıza çıktığında siz, “fazla varsa bir tanede ben alabilir miyim?” diyebilir misiniz? Diyemezsiniz.. Zaten ben de diyemiyorum; desem de anlaşılacağımdan kuşkuluyum zati. Diyelim ki “ciklet krizini” atlattık; ardından karnesini istediğiniz kişi “pat” diye önünüzdeki masaya fırlatmaz mı karneyi. Her hastaya ayrı ayrı fırça atmak yorucu olacağından olayı olmamış farz etmek ruh sağlığımız açısından aşırı derecede gereklidir. Özellikle yaşlı hastalar bunu sık yapmakta; sanki farzmış, muayene olmanın adabındanmış gibi.. Başka bölgelerde de çalıştım ama bu hareket tarzı ile sadece Silifke Ovasında karşılaştım. Hasta hiçbir şey yapamazsa, karneyi almak için elinizi uzattığınızda karneyi masanın öbür köşesine bırakmakta; “aldığın maaşı hak et” dercesine..

Hasta bana gelmiyor deyip hayıflanmak kolay; asıl problem hastayla karşılaştıktan sonra başlar. Hasta sizin bölgenizde ikamet ettiği halde başka bir doktora gidip, sonra da karşınıza çıkıp kendisine yazılan ilaçları göstererek “doktorum, baksana doğru yazmış mı?” veya “doktorum, bakar mısın doktor bu ilaçları ne için yazmış?” diye sorarsa etrafınızda gizli kamera aramaya başlamayın “şakalandık mı?” diye. Bu tür hasta ve hasta yakınları genellikle üç günde üç doktor gezme eğiliminde olurlar. Ama en sonunda hiçbirinin dediğini yapmazlar.

Doktorluk öyle kolay iş değildir. Hele de kahvehanede oturan herkes mesleğiniz konusunda sizden daha bilgili ise yandınız. Balgamlı öksürüğü olan çocuk “söküyordur” ve ilaç kullanmasına gerek yoktur; kabakulak olan çocuğa iğne yapılınca “eteklerine dökülür”;çocuk nezle olunca burnundan akmazsa “kulağından akar”. Onun için reçete konusunda ısrarcı olmamanız gerekir. Halbuki kendileri hastalık belirtileri ortaya çıkar çıkmaz ağrı kesici ve öksürük şurupları ile tedaviye başlarlar; kendilerine tabiri caizse “cayır cayır” iğne yaparken komplikasyon falan düşündükleri yoktur. Oysa sizin yaptığınız tek iğne vücuttaki fizyolojik ve anatomik kanunları hiçe sayarak her türlü komplikasyonu oluşturmaya kâdirdir.

“Kabakulakta yumurta yenmeyecek” deyip kesip atarlar; oysa “yumurta yemek” mevzusu kabakulakla değil kabakulak aşısı ile ilgilidir. Yani yumurta alerjisi varsa aşıya vücut reaksiyon gösterebilir demektir. Yoksa alerjisi yoksa kabakulakta yumurtaya reaksiyon söz konusu değildir. Bir yerlerden bir şeyler duyulmuştur; ama ne duyulduğu hayal gücüne bağlıdır. Sonra “Yazın Penadur yapılmayabilir” efsanesi vardır. “Yazın bakteriler tatil mi yapıyor?” demekten kendimi alamıyorum. Penadur zaten genellikle koruyucu olarak önerilir. Sıklığının azalması hastalığa karşı muafiyeti getirmiyor neticede. Bu tür kalıpları biz mi üretip öğretiyoruz, yoksa hastalar mı sözlerimizi tekâmül (!) ettiriyor orası bir muammadır.

“Doktorum bu hasta olmadı” diyerek kapıdan giren bir hasta yakını görürseniz bilin ki onun sizden başka çaresi yoktur; ne yapıp edip sizin onu tedavi etmenizi beklemekte ve sizi psikolojik baskı altında tutmaya çalışmaktadır. “Bu hasta olmadı” tabiri bir anlamda “iyileştirmeyi beceremedin kardeşim, işini doğru dürüst yapsana(!)” ile örtüşmektedir. O hastaya şimdi daha iyi bakıp mutlaka sorununu çözmeniz gerekmektedir. Yoksa “tefe konmanız” işten bile değildir. Gelin görün ki biraz soruşturduğunuzda, hastayı en az altı ay önce muayene ettiğiniz ortaya çıkmakta; hastalık tedavi edilmiş, ama altı ay sonra başka bir gerekçe ile tekrarlamıştır. Bir anda rahatlarsınız; “kandırılmışlık hissini” bile unutup “beceriksiz doktor unvanından yırttık” diye sevinirsiniz.

Büyük bir özveri ile işinize koyulup hata yapmadan tedavi etmeye çalışırsınız hastanızı. O sırada yedek kulübesinden taktik gelir: “Doktorum, geçen bana da böyle olmuştu. Şu ilacı kullandım geçti; onu yazsanız”. En iyi ilaç kendisini iyileştiren ilaçtır sonuçta. Veya “doktor bey, bir serum bağlasak nasıl olur” tezahüratı gelir. Gelin de onların bahsettiği serumun şekerli veya tuzlu su olduğunu anlatın onlara. Hastanelerdeki hastalara, serumun; genellikle damar yolunu açık tutup ilaçları daha hızlı vermek için bağlandığını gelin de siz anlatın.. Haa! Bir de serumu hastanın morali yerine gelsin diye istiyorlar; o da aynı bir muamma..

Hastayla, hasta yakınıyla diyalog kurmak gerçek bir yetenektir aslında. Bir kısmı sorduğunuz sorulara hiç cevap vermez, alakasız mevzulardan bahsetmeye başlar. Bir kısmı da size farmakoloji dersi vermeye başlar. En çok zorlandığım diyalog konusu da, kendi ilacının bir gebenin karnesine veya yetişkin kişinin ilacının çocuğun karnesine niçin yazılamayacağını izah etmek oluyor. O zaman “zaten o kullanmayacak” savunması refleks haline gelmiş. İmzanın sorumluluğunu düşündüklerini pek söyleyemeyeceğim.

Prospektüsleri okumak bazı kişilerin özel zevkleri arasındadır. Aslında o kağıtları niçin o kadar ayrıntılı yazıp hastaların eline verdiklerini anlayabilmiş değilim. Laf aramızda bizim işimizi zorlaştırmaktan başka bir işe yaramıyorlar. Okuyup okuyup ilaçlarını kesenler hiç de az değildir. Hadi hastayı bilgilendiriyorsun o kadar tıbbi terimi niçin bir araya getiriyorsun. Bize yazıyorsan “Vademecum” denilen bir şey var. Karışık işler anlayacağınız.

Hasta yakınlarından ilginç bir grup da bulunduğu yerin farkında olmayanlardır. Sağlık ocağında doktorun karşısına geçip “Dişim apse yaptıydı, önceleri de şu ilaçları kullandıydım. Şimdi aynı ilaçları kullansam olur mu?” sorusunu bence sadece “sen bilirsin” cevabı kurtarır. Veya yanındaki çocuğu sağlık ocağına getirdiği halde muayene ettirmeye üşenip, eliyle işaret ederek “doktor bey, çocuğuma bir öksürük şurubu yazar mısınız; öksürüyor da..” diyen bir baba nasıl bizim mizah yeteneğimizin gelişmesine katkıda bulunmamış olabilir.

Baba dedim de aklıma geldi: Bir gün bir öğrenciyi muayene ediyorum, ” üç gün okula gitmesin, evde dinlensin” dedim ve rapor yazdım. Baba bana dönüp “doktor bey, dinlenmezse ceza olarak okula gitsin mi?” demez mi? “Ceza” ve “Okula gitmek” kelimeleri başka bir yerde hiç bu kadar ironi ile yan yana gelmemişlerdir sanırım.

Bu arada karneler de “bakkal defteri” gibi kullanılmaya çalışılır. Hasta gelir ve 3 tane ağrı kesici tablet kutusunu masanıza bırakır ve yanına da yalnızca bir tane karne.. “Bunlar yazılacakmış” der. “Kim kullanıyor?” şeklindeki sorunuza yanıt genellikle “bunu dedem, bunu annem, bunu da ben” şeklinde gelir. Yani anlayacağınız evdeki herkesin ilacını karnenin “sayfası yoyulmasın” diye toplayıp bir karneye yazdırmaya çalışmaktadır. “Bunlar nasıl yazılacak?” diye sorarsanız “dört tane yazılıyormuş ya!” cevabını alırsınız.

En çok sevdiğim hasta tipi doğruyu söylemediğini mimikleri ile itiraf eden hastadır. Karneye ilaç yazdırmaya çalışırken “bu ilaçlar kimin” şeklindeki sorunuza öyle bir “benim” cevabı alırsınız ki, sanki karşınızdaki kişi söyle demektedir: “Hocam yaa! Zaten yalan söylerken utanıyorum, ama neylersin naçar kaldım, bozma be kardeşim!”. Valla ne yalan söyleyeyim içimden onu bozmak gelmiyor hiç..

26.03.2009 saat 02.02

 
Toplam blog
: 32
: 859
Kayıt tarihi
: 04.12.08
 
 

Hayatı yaşanabilir kılan bilgidir... Vakit buldukça yazmaya çalışıyorum. Yazılamayan, kaydedileme..