Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Aralık '13

 
Kategori
Güncel
 

Adalet ve İntikam

Adalet ve İntikam
 

Adalet ve intikam adeta siyam ikizleri gibidir. Beraber var olmaları mümkün değildir: Adaletin varlığı intikamı gereksiz kılar, intikamın varlığı ise adaletsizliği perçinler. En genel anlamda adalet, hakkın gözetilmesi ve yerine getirilmesiyken, intikam da yapılan kötülüğün acısını kötülük yaparak çıkarmaktır. Bu durumda hakkın gözetilemediği ve yerine getirilemediği ortamlarda doğal olarak intikam alma refleksi gelişir, yani yapılan kötülüğün acısı kötülük yaparak çıkarılmaya çalışılır. Bu da yeni adaletsizlikleri beraberinde getirdiğinden, yeni intikam sarmallarına gebedir.

Bu yüzden de adaletin olmadığı ya da sadece belli çevreler için geçerli olduğu toplumların huzur bulup gelişmeleri mümkün değildir. Bu toplumsal adaleti de ancak tarafsız ve sağlam yasaların var olduğu hukuk devletlerinde bulmanız mümkündür. Güvenilir bir hukuk devleti olmanız ise, güçlü bireylerin olduğu güçlü bir devlet olmanız anlamına da gelir. Kimse kimseye keyfi kötülükler ve yaptırımlarda bulunamaz.  Kimse kimseye keyfi ayrımcılık ve kayırıcılık yapamaz. Kişisel adalet ve dolaysıyla kişisel intikama girişemez.

En azından gelişmiş hukuk toplumlarında bu böyledir.

Ya bizde?

Bizde bu kavramların ne kadar kişisel veya intikamcı boyutta olduğu ise son zamanların en hararetli tartışma gündemi olan dershanelerin kapatılmasıyla ilgili olarak ortaya çıktı. Daha doğrusu, “gerekli” olduğunda bazı “belgelerin” bazı “kişilere” bu kadar kolay ulaştırılabiliniyor olması, var olan adaletsizlik duygusunun depreşmesine neden oldu. Lafı hiç dolandırmadan şunu sormak istiyorum: Mehmet Baransu’nun bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak ben ve diğer vatandaşlardan ne farkı var ki, Milli Güvenlik Kurulu’nun en gizli belgeleri “kendisine” ulaştırılıyor? Türkiye Cumhuriyeti’nin Milli Güvenlik Kurulu nasıl “güvenli” bir kuruldur ki, en gizli olması gereken belgeleri bu kadar kolay elde edilip servis ediliyor? Bunlar nasıl kişiselleştirilmiş ve zümreselleştirişmiş adalet ve intikam kavramlarıdır ki, bu kadar fütursuzca eğitim yasağı ve gizli belgeler ifşası restleşmelerine malzeme olabiliyorlar?

Yazıklar olsun, yazık.

Balyoz ve Ergenekon davalarında hüküm giyenlerin ailelerini en çok ağlatan, uğradıkları adaletsizlikti. 2004 yılındaki MGK kararlarının hangi şartlarda verildiği ve nasıl aksinin uygulandığı herkesin malumu değil mi? Kendi çıkarları söz konusu olduğunda belgeleri bu kadar keyfi ve yanıltarak kullanabilen kaynağın, aynısını Ergenekon ve Balyoz davalarında yapması da mümkün değil mi? O zaman bu nasıl bir adalet ve intikamdır diye sormak gerekmez mi?

Gerekir elbette ki.

Teoride son derece parlak olan manevi duygular ve dini söylemler, ne yazık ki konu maddi menfaatlere ve güç dengelerine gelince anında şamar sohbeti seviyesine inebiliyor. Gerçek iman ve ihlâs, kişisel ve keyfi adaletle intikamın kurbanı oluyor. Evrensel ilahi adalet eksiksiz işliyor.

Zeytinburnu’nda yükselen ve özellikle de tarihi camii siluetini bozan 16/9  adlı gökdelenler hakkındaki yıkım kararı, tarafsız adalet mi yoksa Başbakan’ın bizzat bundan rahatsızlık duyması sonucu mu verildi? Eğer Başbakan bu kuleleri onaylıyor olsaydı, bu yıkım kararı alınır veya alınabilir miydi? Ya da cemaatin hiçbir ricası geri çevrilmezken, muhalif olanların - yerden göğe kadar haklı olsalar da - en ufak bir duyulma ya da ciddiye alınma şansları var mı?

“Dinimiz bunu mu emrediyor, ey din kardeşlerim!” diye çıkışmıyorum artık. Böylesine hassas bir dindarlığın bu toplumda karşılığı olmadığını öğrendim çünkü. Kendimizi hiç kandırmayalım, para ve iktidar için birbirinin boğazına sarılmayacak din kardeşi kalmamış gibidir. İsraillilere veryansın edip, ilk yüksek ücrette onlar için seve seve çalışan ya da politik söylemlerin aksine seve seve onlara tedavi olan mümin kardeşlerimiz azınlıkta mı yoksa çoğunlukta mı dersiniz?

Aman, tahmininizde mahcup olmayın derim.

Dershaneler kapanınca çocuklarımızın keyiflerince hafta sonu geçirecekleri söylemleri, bana aynen zamanında Kıbrıs’la ilgili olanları hatırlatıyor. Nasıl ki reel politik şartlar bazı çözümleri mümkün kılmıyorsa ve bunu zamanında başkaları da görmüşse, şimdi de reel eğitim şartları merkezi bir sınav sistemini gerekli kılıyor. Dershaneleri kapatmakla bunun önüne geçmeniz mümkün değildir.  Herhalde kimse çocuğunu keyiften dershaneye yolluyor değil, herkesin kendine göre aklı ve mantığı var. Önemli olan dünya çapında elit yetiştiren köklü eğitim kurumlarımıza gereken desteği verip, bu seviyelerini tutmalarını ve çoğalmalarını sağlamak. Kaldı ki, gözde liselerde ve gözde (yabancı) üniversitelerde okuyabilmeniz için, gerçekten de üst düzey zekâ ve bilgi şart. Bu açıdan dershaneler birçok okulun açığını kapatıyorlar. Ülkemizde az sayıdaki olumlu istisnaların dışında okul ve öğretmenlerin genel anlamda düzeyleri çok düşük. Global eğitim standartlarının çok gerisindeyiz. Bu yetersiz düzeyle dünya çapında yarışmamız asla mümkün değil, asıl sorunumuz da burada yatıyor.

Sorun hangi konuları tartıştığımız değil, nasıl ve hangi nedenlerle tartıştığımızdır. Bunu kişisel ve popülist şekilde yapmamızdır. Gittikçe daha çok tarafsız adaletten uzaklaşıp, keyfi intikama yönelmemizdir.

Emin olun, yanlış yoldayız. Hararetli boş gündemler ve övgülerle sövgüler arasında oyalanıp duruyoruz. Oysa bir sene önce aşağıda kaleme aldığım ve asıl tartışmamız gereken devasa sorunlar hala aynı yerde duruyorlar.

Çözüm bekliyorlar.

Tarafsız bir adaletle ve kişisel intikamdan uzak olarak.

Zuhal Nakay

 

2071’de Türkiye Olacak mı? (19/12/2012)

Başbakanımız en son hedef olarak 2071’i gösterdi.

Bilindiği üzere 1071’deki Malazgirt Muharebesi’nde Büyük Selçuklu Hükümdarı Alparslan ile Bizans İmparatoru IV. Romen Diyojen karşı karşıya gelmiştir. Alparslan'ın zaferi ile sonuçlanan bu muharebe, Türklere Anadolu’nun kapılarında kesin zafer sağlayan son savaş olarak bilinir.

Bu durumda aşağı yukarı 60 yıl sonra bu ülkenin evlatlarının yine böylesine sembolik bir meydan savaşından galip çıkmaları bekleniyor. Bu gerçek anlamda bir savaş olamayacağına göre, çünkü günümüzde o büyüklükte bir savaş ancak üçüncü dünya savaşı olabilir, herhalde başka türlü bir “fetih” düşünülüyor.

Anladığım kadarıyla Başbakan kendisinin ve partisinin başarısının düz bir çizgi olarak devam edip, sadece ülkemizi değil tüm bölgeyi kalkındırarak Avrupa ve Amerika’nın karşısında yeni güç olarak yer alacağını hayal ediyor. Bunu yaparken de mevcut verilerin aynen devam edeceğini varsayıyor.

Ancak yeterince hesaba katmadığı iki hayati unsur olduğunu düşünüyorum.

Birincisi, teknolojik devrimler o kadar üst üste ve hızla gerçekleşiyor ki, 10 yıl sonra nasıl bir dünyada yaşayacağımızı öngörmek çok zor. Gençliğimizde tahta sıralar üzerinde “t cetveli” dediğimiz tahta bir aletle projelerimizi kâğıda çizerken, gün gelecek tüm tasarımlarımızı incecik bir siyah ekran üzerinde gerçekleştireceğimiz ve arkadaşlarımızdan birisinin “sanal” denilen bir köşeden güncel konulara yorum yazacağı ve “anında” ve de “herkesle” paylaşabileceği kimin aklına gelirdi? Bunu o zamanın koşulları içersinde anlamak ve anlatmak mümkün olur muydu hiç?

Ama tüm bunlardan öte, oluşan devasa iletişim ağını ve sosyal etkilerini kim tahmin edebilirdi?

İkincisi, çevre koşulları hızla kötüleşiyor. Dünyanın devasa çarkları umursamazca dönmeye devam etse ve tüketim kültürü tüm acı gerçeklerin yüzünü kalın bir sahte tatmin perdesiyle örtse de, kutuplardaki buzullar hızla eriyor. Bunun sonucunda da Ekvator enleminde ısınıp buzullara doğru yol alan sıcak sular yeterince soğuyup okyanusların dibine inemiyor. Bu yüzden de sıcak ve soğuk su akıntılarının dengesi bozuluyor ve tüm iklim dengeleri altüst oluyor.

Kötümser senaryolardan birine göre örneğin Türkiye’nin üçte ikisinin çölleşmesi bekleniyor. Gelişmiş batı sahilleri bu iklim değişikliğiyle daha iyi baş edebilecek denilirken, güneydoğu gibi geri kalmış bölgelerin bu kuraklıktan kavrulacağı varsayılıyor.

Bu yüzden de gelişmiş ülkeler bu iki ana aktörle, yani öngörülemeyen teknolojik ve çevresel gelişmelerle baş etme becerilerine sahip kuşaklar yetiştirmenin yolunu arıyorlar. Açık yüreklikle de henüz buna bir cevap bulamadıklarını itiraf ediyorlar.

Benzer bir şekilde, rol modelini Osmanlı ve daha gerisinde arayan günümüz muhafazakârların ya da dindarların da, bunu modern yaşantının gereklerine tatmin edici cevaplar bulamadıklarından yaptıklarını düşünüyorum. Modern gökdelenler dikerken, manevi dengeyi sağlamak için padişah otağına göndermede bulunmak bunun en bariz örneğidir. Şu anda pek bir revaçta olan tüccar ve gösteriş meraklısı dindarlık, ne yazık ki son derece estetik ve etik yoksunu bir demodelik de sergilemektedir aynı zamanda.

Dün zamanının en ileri olanını günümüzde örnek almak, kendi zamanının gerisinde kalmak demektir.

Çağımız çok farklı sorunlara çok farklı cevaplar aramaktadır.

Vizyonsa eğer, asıl vizyon nefes kesen teknolojik gelişmelere ve hızla kötüleşen çevresel şartlara çözüm alternatifleri üretmek ve uygulamaktır. Ülkesel ve şehirsel planlamaları ona göre kurgulamaktır. Her şeyden önce bu çok boyutlu ve de son derece karmaşık sorunları tek adam mantığıyla çözmek mümkün değildir. Hele muhalif sesleri baskılamaya veya tümden kısmaya çalışmak, post modern intihardır.

Örneğin havaalanları en zehirli çevresel aktörlerdir. Onun için nereye kurulacakları, hangi yer altı ve yer üstü altı kaynaklarını nasıl etkileyeceklerini öngörmek çok önemlidir. Aynı şekilde her gökdelenin ve her köprünün de benzer etkileri vardır. Bunları, hele İstanbul gibi zor nefes alan bir metropolde iyicene etüt etmeden gerçekleştirirseniz, kanser gibi hastalıkların veba misali yaygınlaşmasını ve şehrin kuruyup gitmesini önleyemezsiniz. Su aldığınız her bir çayın ekosistemini bozduğunuzu ve dolaysıyla yine kuraklığı körüklediğinizi de unutmayın.

Diyeceğim, Başbakan o çok arzuladığı başkanlığına kavuşsa da, ne gelişen teknoloji ve ona bağlı olarak oluşan toplumsal bilinç, ne de hızla kötüleşen çevre şartları düşlediği “süper güç” iktidarına elvermeyecektir. Türkiye’nin ise - hele 2071’de - nasıl olacağını öngörmek, tüm siyasi etkenler bir yana, salt çevresel açıdan bile koskoca bir soru işaretidir. Asıl vizyon, bu soru işaretinin her türlü alternatiflerini öngörebilmektir.

Bu ise düz ve geriye değil, tam aksine çok boyutlu ve ileriye dönük, çoğulcu, bilimsel ve de rekabetçi bir bakış açısını gerektirmektedir.

Bu açıdan çağımız - ırkları ve dinleri ne olursa olsun - duyarlı, öngörülü ve de üretmesini bilen entelektüellerin çağıdır.

Eğer 2071’de dünya hala yaşanmaya değer olacaksa, onların sayesinde olacaktır.

 

 
Toplam blog
: 102
: 618
Kayıt tarihi
: 24.08.13
 
 

Mimar / Blog Yazarı ..