Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Ağustos '09

 
Kategori
Siyaset
 

AKP’nin demokrasiyi keşfi

AKP’nin demokrasiyi keşfi
 

“Nasıl Anlatmalı?” yazı dizimiz devam ediyor! Kaç bölüm oldu ben de unuttum. Öyle görünüyor ki, blog yazarlığı hayatımın geri kalan kısmını bu diziyi tamamlamaya adayacağım :) Şaka tabii.. Bu bölümde AKP’nin demokrasiyi keşif sürecini anlatıp günümüz siyasetini anlama yolunda eksik taşlardan birini daha yerine koymaya çalışacağım. Bu bölüm biraz daha uzun oldu. Sabredip sonuna kadar okuyanlara şimdiden teşekkür!

***

AK Parti’nin 2002 seçimlerini öyle rahatça kazanıp tek başına Hükümet kuracağını AK Partililer bile tahmin etmiyordu. Seçimden iyi bir sonuçla çıkıp koalisyon ortağı olmak ya da ana muhalefet partisi konumuna yerleşerek bir sonraki seçimde tek başına iktidar gelmeye çalışmak o günlerde AK Parti için daha mantıklı bir hedefti. Ancak seçmen, Türkiye’yi 2001 krizine sürükleyen DSP-MHP-ANAP koalisyonuna o kadar öfkeli, CHP ve YTP gibi partilerden de o kadar umutsuzdu ki çoğu kişi, “bunlar olmasın da kim olursa olsun” anlayışıyla AKP’ye oy verip onu iktidara taşıdı.

AKP yöneticilerinin hemen hemen tamamının siyasal formasyonu Erbakancı Milli Görüş düşüncesiyle biçimlenmişti. Bu çizgide demokrasi, çoğulculuk, laiklik, dışa açıklık, Batılılaşma öyle pek de ön planda olan değerler değildi. Partinin genel başkanı Tayyip Erdoğan, geçmişte, “demokrasi, bizim için bizi hedefimize götürecek olan bir tramvaydır” diyerek demokrasiye bakışını çok veciz biçimde ortaya koymuştu. Temel fikrî referanslarını siyasal İslam’dan alan bir grubun Hristiyan Batıda vücut bulmuş bir kavram olan demokrasiyle çok yakın bir bağının bulunması da zaten beklenemezdi. Ancak tarih öyle farklı faktörleri aynı anda bir araya getirmişti ki, Batıyı “Bâtıl”, demokrasiyi “tramvay”, piyasa ekonomisini “faizci düzen” olarak gören bir anlayışın mirasçıları Batıcı, demokrat ve liberal bir çizgiyi benimsemek durumunda kaldılar.

Ak Parti Batıcı ve dışa açık olmak zorundaydı; çünkü hem içeride asıl iktidarın sahibi olan orduya karşı dışarıdan meşruiyet desteği almak, hem de Erbakan gibi Batı karşıtı olmadığını kanıtlamak zorundaydı. Demokratik bir gelenekten gelmese de demokrat olmak zorundaydı; çünkü demokrasinin vazgeçilmez bir unsuru olan serbest seçimler yoluyla iktidara gelip demokrasinin nimetini el yordamıyla da olsa öğrenmişti. İlâveten, ülkede demokrat kamuoyunun, liberal aydınların ve entelektüellerin desteğine ihtiyacı vardı. Onlara güven vererek hiç değilse o kesimlerin eleştirilerini üzerine çekmemeliydi. AK Parti piyasa ekonomisinden yana olmak zorundaydı; çünkü Türkiye 2001 krizi gibi bir büyük ekonomik felaketi yaşamış; bu da ülkeyi ekonomi politikalarında Dünya Bankası ve IMF gibi uluslar arası kuruluşlara bağımlı hale getirmişti. Ayrıca Erbakan’ın “İslam Ortak Pazarı”, “İslam Dinarı” gibi Zihni Sinir projeleri türünden fantastik ekonomi politikalarına Türkiye’nin tahammülü yoktu. Doların minicik iniş çıkışlarının bile insanların yüreklerini ağzına getirdiği bir ortamda çerçevesini Kemal Derviş’in çizdiği ekonomi politikalarıyla oynamaya kalkışmak AKP için intihar anlamına gelirdi.

Bütün bu zorlayıcı şartların içinde AKP için en büyük tehdit 28 Şubat sürecine benzer bir müdahale ya da açık bir askeri darbeydi. Ancak darbenin de önünde büyük bir engel vardı. Tam da o günlerde ABD’nin Irak işgali gündemdeydi. Türkiye burada çok zor bir pozisyondaydı. ABD’ye koşulsuz destek vermesi de işgale karşı çıkması da kendisi için sayısız risk içeriyordu. Burada Türkiye hangi pozisyonu seçerse seçsin kazanacağı şeyler kaybedeceğinden mutlaka fazla olacaktı. ABD işgaline açık ve doğrudan destek verse İslâm âlemini ve kendi kamuoyunu, Saddam’ın yanında dursa ABD ile onun müttefiklerini karşısına alacaktı. O tercihi yapacak iktidarın ayakta kalması imkânsız gibiydi. İşte ordu o tercihin sorumluluğunu AKP’nin üzerine yıkmak için o tarihte Hükümete doğrudan müdahale etmekten kaçındı. Nasılsa AKP bir tercihte bulunduğunda yıpranıp düşecekti. Yani o günlerde, tasarlandığı sonradan ortaya saçılan günlüklerle anlaşılan darbe, sadece darbecilerin beceriksizliği veya Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün demokratlığı yüzünden değil, bu sebepten dolayı da gerçekleşmedi. Hatırlayalım; akla gelebilecek her konuda açıklama yapan, açık tavır alan ordu, ABD’ye destek tezkeresinin kabulü ya da reddi konusunda sessiz kalıp topu Hükümete ve TBMM’ye atmıştı.

AK Parti, söz konusu tezkerenin TBMM’de oylanması konusunda çok ustaca bir taktik izledi. Yöneticileri kabul oyu verdi ama bu yönde parti grubunu zorlayıcı karar almadı. Tezkere Meclis’te yeterli oyu alamayıp reddedildi. Böylece AK Parti yönetimi, ABD’ye “biz istedik ama TBMM kabul etmedi”, Türkiye kamuoyuna da “işgale destek vermedik” diyebildi. Yani AK Parti Hükümeti hem kucağına bırakılan pimi çekilmiş bombayı maharetli bir şekilde etkisiz hale getirip önündeki en zor engeli aştı hem de bu arada bir ordu müdahalesinden kurtulmuş oldu.

Erbakan’la bağlarını koparmış olsa da “Milli Görüş gömleğini çıkardık” dese de, geçmişiyle ilgili açık ve net bir özeleştiri yapmamış olan AK Parti yönetici kadrosu şaşırtıcı biçimde Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği hedefine canla başla sahip çıktı. Bu kadro “İslam Ortak Pazarı” rüyaları gören Batı düşmanı Erbakan’ın daha birkaç yıl öncesine kadar en yakın mesai arkadaşlarıydı. AB sürecine bu derecede sahip çıkmaları onlardan beklenmeyecek şeydi. Ama bunun tersini yapmaları da mümkün değildi. AB üyeliği süreci geçmişi 50 yıl öncesine dayanan bir millî politikaydı. En önemli adımlardan biri kendinden önceki DSP-MHP-ANAP Hükümeti döneminde atılmıştı. Bu konuda AB’ye karşı tavır alıp Erbakanvari maceracı bir çizgiye sapmaları her şeyden önce kendi meşruiyetlerini yok edecekti.

Yani AK Parti için çok fazla bir seçenek yoktu. AK Parti yönetimi demokratik bir gelenekten gelmese de demokrasiye önem vermek zorundaydı. Laikliğe inanmasa bile laiklerin tepkisini çekecek girişimlerden uzak durmak zorundaydı. Liberal bir düşünceye sahip olmasa da serbest piyasa ekonomisine bağlı kalmak zorundaydı. Bütün bunların doğal sonucu olarak da AB sürecine sahip çıkmak zorundaydı. İşte bu noktada bu zorlayıcı faktörler AK Parti ve onun temsil ettiği kitlelerin önemli bir dönüşüm geçirmesini sağladı. AK Parti ve onun geleneksel tabanı demokrasiyi el yordamıyla keşfetmekle kalmadı, onu içselleştirmeye başladı. Bir başka deyişle, aslında o Türkiye siyasetine özgü kadim kural bir kez daha işledi: Söylemde sağcı, muhafazakâr, İslamcı olan bir yapı, tarihin onun sırtına yüklediği ilerici işlevi üstlenip ülkeyi bir adım ileri taşıdı. Bu muazzam bir adımdı. AK Parti sadece kendisi demokrasiyi keşfetmekle kalmadı, gelenekçi, İslamcı sağ çizgideki milyonlarca seçmenini de demokrasi fikriyle tanıştırdı.

Bu dönüşümde AKP’nin 2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde maruz kaldığı anti-demokratik baskılar, 367 cambazlığı ve 27 Nisan Genelkurmay Başkanlığı muhtırası da önemli bir rol oynadı. Bu hukuk ve ahlak dışı anti-demokratik baskılara en iyi cevabı halk verdi. TBMM’ye gönderdiği temsilcilerinin sözde hukukçuların alicengiz oyunlarıyla, askerin gece yarısı bildirileriyle engellenmesine tepkisini sandıkta gösterip AK Parti’ye yüzde 47’lik oy oranıyla yeniden Hükümet kurma yetkisi verdi. Aradan fazla geçmeden Ergenekon operasyonları patladı ve Devletin derinliklerindeki kirli çamaşırlar bütün rezilliğiyle ortaya döküldü: Darbe planları, cinayetler, provokatif bombalamalar, gizli örgütler, çeteler, kirli ilişkiler… Ülkede ne kadar demokrasi düşmanı hukuk cambazı, askeri vesayet taraftarı darbeci, mafyatik çeteci varsa hepsinin bu karanlık şebekede AKP hükümetini devirmek için bir araya geldiği ortaya çıktı.

Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci ve Ergenekon şebekesinin faaliyetleri, AK Parti’nin ve ona yakın çevrelerin demokrasinin değerini anlamasını pekiştiren birer etken oldular. Bu süreçte ülkedeki demokratik güçler AKP’ye destek verdi. Mesela benim gibi AKP’li olmayan birçok kişi anti-demokratik darbeci güçlere karşı AKP’nin yanında yer aldı.

AKP’nin iktidara geldiği 2002 Kasımından bu yana Türkiye’de çok şey değişti. Ama yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi, en büyük değişim AKP ve onun temsil ettiği kitlelerin zihninde gerçekleşti. Belki bir zamanlar Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç ve onların paralelinde düşünen milyonlarca kişi şeriat kurallarıyla yönetilen bir Türkiye hayali kuruyorlardı. Belki bunun gerçekleşebileceğine de inanıyorlardı. Ama 7 yıllık yönetim deneyiminde bunun hem gerçekleşme ihtimali bulunmayan bir ütopya hem de yanlış bir özlem olduğunu anladılar. Bugün AKP’nin çekirdek tabanını oluşturan kitleler bir din devletinde değil, özgür, müreffeh, kimsenin kimseye giyim kuşam şekli, yaşam tarzı dayatmadığı demokratik bir ülkede yaşamak istiyorlar. Onlardaki bu dönüşümü görmek istemeyip o insanları “Ninja”, “Karafatma”, “laiklik düşmanı”, “şeriatçı” gibi etiketlerle ötekileştirenler ya gözlerinin önünde olan biteni algılama yetisinden mahrum ya da gördüklerinin tersini iddia edecek kadar kötü niyetlidirler.

Evet, AKP demokrat bir kökenden gelmiyor; evet AKP demokrasiyi sonradan keşfetti; evet AKP demokrasiyi el yordamıyla öğrendi. Ama öğrendi. Önemli olan da bu… Keşke laiklik çığırtkanlığıyla demokrasiyi boğmaya çalışanlar da onun kadar demokrat olabilse…

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..