Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Eylül '11

 
Kategori
Sosyoloji
 

Amaçsız kurbağa

Amaçsız kurbağa
 

Biz biliyorduk aslında... On yıl kadar önce. Kendi aramızda evlerde toplanıp konuşuyorduk. Meydanlarda bağıracak cesaretimiz olmadığından mıydı acaba duvarlar arasında konuşmamız? Şimdi düşünüyorum da... Yanıtsızım. İşte yine öyle bir akşam, bir arkadaşımız “Kurbağa Teorisi” dedi sakince. “Kurbağaları toplayıp içi kaynayan bir suyun içine atarsanız, panikle sudan kaçmaya çalışırlar. Amaa...” biliyorduk lafın nereye varacağını ya, devam etmesini bekledik, gözlerimiz ellerimizde, masadaki bardakta, yani başka yerlerde... “Eğer kurbağaları alışık oldukları ısıda su dolu bir kaba koyar, altına da kısık ateşi verirseniz... Ne olduklarını anlayamadan haşlanırlar.” 

Sonrasında hep izledik. Nasıl şahane haşlanmaya başladığımızı. Daha önce de izlemiştik. Darbeleri, asılan gençleri, kaosları... İzlemeyi seven bir milletiz sanırım biz. Doğruyu söyleyen birileri çıkınca da; gözlerimizi nerelere devşireceğimizi bilemeyiz. 

 

Bayramın ilk günü, Ramazan ayının rehavetinden silkelenmek için “hadi yürü Beyoğlu’na gidelim” dedim kızıma bir heves. Burada doğdum, burada yetiştim; İstanbul’un bilmediğim köşeleri belki hala var ama, ne olursa olsun, en nefret ettiğimi söylediğim zamanlarda bile sevdim Beyoğlu’nu. İstiklal Caddesi; kimilerine göre bu şehrin kalbi. Bana göre ağzı. Her şeyi yutabilen kocaman bir ağız. Bu şehrin bu kadar kozmopolit, bu denli çeşni ile dolu olmasının nedenlerinden birisi de, İstiklal Caddesi. Kocaman bir panayır yeri. Ruh haliniz nasılsa; öyle gördüğünüz/göründüğünüz, kendinizi kasmadan umarsızca yürüdüğünüz, her nevi ürün, her çeşit insanın gelip geçtiği, oturup eğleştiği, dünyada başka hiçbir büyük kentte rastlanmayan günün 24 saati ayakta belki de tek caddesi. (Başka ülkelerin başka caddelerini bilmiyorum henüz. Bu yüzden başkalarının yalancısıyım.) Seviyorum anılarımın biriktiği bu yeri. 

Bu düşünceler eşliğinde, meydandan pür neşe konuşarak caddeye girdik kızımla. Yürüyemedik ama. Bir yerlerde oturup bir şeyler içemedik. Dahası, oradan nasıl kaçacağımızı bilemedik. İlk defa. Bu yaşımda ilk defa. Pera; yoğun bakım ünitesindeki şuursuz bir hasta. 

 

Kültür seviyesi taban seviyede olan bir ülkeyiz biz. Kim ne derse desin o akşam yaşadıklarımızdan sonra aksini söyleyemez bana. Bu ülke; başta İstanbul olmak üzere, Ankara, İzmir ve Antalya gibi diğer büyük şehirlerden ibaret değil yalnızca elbette biliyoruz. Buna rağmen bilmekle yaşamak arasındaki korkunç ayrımla bir kez daha yüzleştim o akşam. “Bu kadar mı kötüyüz?” dedim. “Bu kadar mı cahil, yobaz, seviyesiz?” 

 

Eğer biraz daha kalsaydık canım efendim İstiklal Caddesi’nde; İstanbul’un elit, entelektüel, kendini bilen kesiminin tatil için yazlık beldelere çoktan kaçtığı boşluklarını doldurmak adına ortalığa dökülen cehaletin tacizine uğrayacaktık. 

 

“Ramazan dolayısıyla (!)” masaları kaldırılan (?) Asmalımescit'te periler cirit atıyordu. Oysa biz, Ramazan’ın kış aylarına denk geldiği ve yılbaşı kutlamalarının yapılacağı sırada “kendinizi bildikten sonra sahur vaktine kadar alkol almanın sakıncası yoktur.” diye fetvaların verildiği zamanları da biliyorduk! -İlk ısınma aşamalarımızdı o zamanlar.- Biz, ne zaman Müslümanlığın kör gözüm parmağına sokulduğu bir ülke olmuştuk? Laiklik bir yerlerde perilerle ip atlıyordu sanırım. Cumhuriyet’i göremedim, nerede olduğuna dair bilgim yazık ki yok. Şaşkın değildim. Hayal kırıklığı değildi üzerimdeki. Kafatasımı çatlatırcasına idrak etmeye çalışıyorum yalnızca. Ve bakıyorum. Öylece bakıyorum. Bir kısmımız gibi (ne de olsa azınlıktayız artık.) 

 

Kızımla ikimiz, yüzümüz eciş bücüş, korkulu gözlerle; sağımızdan solumuzdan geçerken sürtünmeye çalışan, laf atan, salyaları akan bu kendini bilmez çöplüğün içinden nasıl kaçacağımızı bilemedik. Teori çoktan gerçekleşmişti; fokur fokur ne güzel de kaynıyoruz! 

 

Ve bittabi izliyoruz. Yılgın, bitkin, yorgun, dermansız, en çok da umutsuz bir izleme bizimki. Okyanuslar ötesinden işbirliği yaptığı devlette yüksek güvenlik çemberleri içinde yaşadığı söylenen bir adamın; bizi oradan takip ederek ve direktiflerini başımızdakilere yağdırarak “oldu bunlar oldu” deyip ne zaman o ülkeye süslü porselenler içinde servis edeceğini bekliyoruz. 

 

Benim on yıl önce başa geçmiş bu adamlara söyleyecek sözüm yok. Onlar planlarını acele etmeden, sakince, sabırla uyguladılar. Ben; hakkını savunmayan, hakkını aramayan, kendini kurbağa gibi üç kuruşa kendi iradesiyle ve yazık ki cehaletiyle o kazana atan koca bir millete ne söyleyebilirim, ne anlatabilirim, onun derdindeyim. 

 

Bir vatan nasıl bölünüyor, bir millet nasıl yok oluyor, nasıl yabancılaştırılıyor hep birlikte izlemeye devam edelim; 

 

“Nassıl diyör siz başka ülkedakilar?” 

“Cooming Soon.” 

“Hah okay, tam oyle! Cooming Soon.” 


Eylül/2011 

Not: Bu yazı aynı zamanda http://www.kucukisler.com/2011/09/08/amacsiz-kurbaga/comment-page-1/#comment-6094 sitesinde yayımlanmaktadır. Sayın Zelin Artuğ'a teşekkürlerimle. 


 

 
Toplam blog
: 19
: 658
Kayıt tarihi
: 16.03.10
 
 

Oyun yazarı. Son oyunu "Yedi Peçeli" Devlet Tiyatroları tarafından incelenmekte. Diğer bütün yazı..